18 Aralık 2009

"Şafak 35" Çıkarması

Geçtiğimiz pazar, Serdar Abi'nin de sürpriz baskınıyla "Şafak 35" kutlaması yaptık. Evet, yanlış duymadınız, askerimizin şafağı 35 oldu! İşte o kutlamanın hiç bir yerde bulamayacağınız fotoğraflarını Canım Blog'um kalitesiyle sizler için burada yayınlıyoruz. (Hiç bir yerde bulamazsınız hakkaten, yalan mı ama?)

Heyooo :) Şafak İzmiiir, yani öyle deniyormuş, fotoğraftaki askerler öyle diyollar.


Bu uyumlu yürüyüşü gördükten sonra, ikisininde asker olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Raprap.


Kunatan ile bitli piyade.



Taksim akıp gidiyor efenim, durduramıyoruz.


Beyoğlu'ndaağ gezersiiin.


Buz gibi Taksim'den sonra ısındık yahu. Çok cereyan yapıyor bu Taksim, kapatsınlar bir tarafı bence.


Acaba istedikleri durakta inebilecekler miğ? Azz sonra.


Mutlu son: Pardus'a kavuşmak :)


Beğendiyseniz, böyle alalım sizi.. (Sözümü tuttum, ekledim fotoğrafları özel hayatıma meraklı seyirciler.)

Askerimizin şafağı an itibariyle 30 oldu efendim. Şafak İzmir'i şafak İstanbul'u attlattık nice Antalya'lara nice Adana'lara olsun diyorum. Bir de 30 nerenin plakası onu da bilemiyorum, google'a da sormamak için inat ediyorum.

Bir de bir de kış gelmiş, hoşgelmiş. Nerelerde kalmış, gözlerimiz yollardaydı.

Yazı yazmaya üşenen vişnesuyunuz.

23 Kasım 2009

İnsan Olduğumu Hatırlattıkları İçin Virüslere Teşekkür Ederim

Sevgili Blog,

Ne zamandır yazmıyorum, özür dilerim. Tamam biraz hayırsız olabilirim. Ama açıklayabilirim. Bak mesela son yazdığım yazıma yaptığım bir yorumda kendimi ne zaman hıyar gibi değil de insan gibi hissedersem o zaman yazıcam demiştim. Peki ne oldu da kendimi tekrar insan gibi hissetmeye başladım? Merak ettin dimiğ?

Şimdi, şöyle başlayayım canım blog. Geçtiğimiz perşembe yani 19 Kasım'da feci bir boğaz ağrısıyla uyandım. Ve sanki üzerimden tır geçmiş gibiydi. Eklemlerim çok fena ağrıyordu. Ardı ardına öksürüyordum fakat halsizlikten öksürmeye de mecalim yoktu. Nefes alırken biraz zorlanıyordum. Biraz ateşim de çıkmıştı, oh misti. Hoş geldiniz virüslerdi. Ve artık Bilgesu insan olduğunu hissetmişti çünkü hıyarlarda grip virüsü ne gezerdi.




Neyse. Zorla kalktım yataktan sonra yurtta kahvaltı yapmaya çalıştım, dışarı çıktım, meyve ve pastil aldım. Ben tüm bu aktiviteleri yaparken bir yandan da sürekli "Yok canııım, ne domuz gribisi, boğazımı üşüttüm ben" diye de tekrar ediyordum kendi kendime, fakat yinede kendime engel olamadım, girdim internete, domuz gribinin belirtilerini tam hatırlayamadığımdan bir bilene sordum, google abi domuz gribi belirtilerini taşıdığımı söyledi.

İçim içimi yemeye başladı, domuz gribi olan ölür sanıyorum, cahilim çünki.



Gittim Çapa Tıp Fakültesi'ne. Bütün griplileri bir yere toplamışlar (zaten grip değilsen bile orda oluyosun), bi tanecik de doktor vermişler (Garibim, sabahtan beri hasta bakmaktan bitmiş tükenmiş.). Tam 4 saat sonra ancak bana sıra gelmiş, bu süre zarfında annemler beni kırk kez aramış, karşımda ateşler içinde yanan, nefes alamayan, uyuklayan, resmen kaymış hastalar yüzünden psikolojim bozulmuş. Ama hala yıkılmamışım, ayaktaymışım. Fakat doktorun domuz gribi olduğumu söylemesiyle ve "H1N1 virüsü taşıdığı düşünüldüğünden 5 günlük rapor bilmem ne vırt zırt" yazılı bir kağıdı elime tutuşturmasıyla yıkılmışım. Sinirlerim bozulmuş, ağlamışım, apar topar evime, Alanya'ya gelmişim. (İyi ki de gelmişim.)




İşte böyle bloğum, canım. Korku dolu ve stresli dakikalar yaşarken, bir yandan da dinlenmek yerine 4 saat hastanede sıra bekleme, ardından koştur koştur yurda gidip valiz hazırlama, bir yandan millete dert anlatma, vakit kıtlığından yemek yiyememe, tramvaya ve metroya binmek için cengaver gibi kocaman valizi tek başıma merdivenlerden indirip-çıkarma (maske takıyoz diye bütün centilmenler kayboluverdi.), tüm bu yolların sonunda Alanya'ya varabilme gibi işlerle uğraştım. Ama o da nesi? Eve vardığımda turp gibi olmuştum. Bütün bu koşturmaca, sinirsekliğim, duygu seline dönüşmelerim beni iyileştirmiş miydi acaba?

Doktorun muayenede söylediği şeylerin hiç birisi olmuyordu. Ne ateşim yükseliyordu, ne nefes almakta zorlanıyordum. Sanki tam tersiydi ama yine de belli olmazdı. Gerçi doktor ateşimi ölçtüğünde ve 39 olduğunu gördüğünde demiştim ona, dört saat bekledim ya ondan olmuştur doktor hanım abla diye ama çıkacağı varmış ateşinin demişti, alakası yok demişti. Hatta ve kat'a bana sürekli şöyle olacak böyle olacak diyip durmuş, bununda belirtileri diğer gripler gibidir, bir hafta dinlen, hiç bir şeyciğin kalmaz bile dememiş, çok fena bir hastalığa yakalanmışım gibi iyice panikletmişti beni. Sonra ben nefes darlığı çekmeye başladığımda, daha da artacak bu demişti. Tam bir felaket tellalıydı. Sen beni paniklettiğin için nefes darlığı çekiyordum, haberin yoktu.

Ölecek miyim yani diye sorduğumda ise, risk grubundasın demişti. Hı tamam o zaman sorun yok bide kaç günlük ömrüm kaldığını söyleyin de tam olsun, demiştim bende.

Hey Allah'ım! Allah'tan kalp krizinden gitmedim. Ama boşuna bu kadar üzüldüm canım blog. Çünkü eve geldikten sonra, hasta yattığım 2 gün boyunca saglik.gov.tr ve grip.gov.tr sitelerini hatmettim. Ve bu konuda ne kadar bilinçsiz olduğumu farkettim. Lütfen sevgili okuyucu sende hasta olmayı bekleme, sende oku.




Hatta internetten takip ettiğim hem Sandaletli Seyyah hem Doktor olan Bora Bilgin 'de yazmış, güzelce açıklamış.( Şurda ve şurda) Ve demiş ki: [...] Muayenesi sonucunda kendisine grip olduğunu, bu dönemde pratik olarak tüm gripler domuz gribi sayılmakla birlikte bunda korkacak bir durum olmadığını, zira domuz gribinin geçmiş yıllardaki mevsimsel griplerden farklı seyretmediğini anlattım.Evde istirahat etmesini, ateşi üç günde fazla sürerse, ya da öksürüğü şiddetlenirse hastaneye başvurmasını söyledim ve Parasetamol tb 3x1 PO reçete ettim. Tabi herkesin doktoru Bora Bilgin değil ki korkacak bir durum olmadığını söylesin..

İşte böyle blogcum. Bu kadar bilinçsiz bir yazarın var senin. İnsan daha önce hiç mi girip okumaz devlet babanın sitesinden. O yüzden tekrar diyorum ki okumadıysanız bir an önce sizde okuyun adam olun Bilgesu gibi eşek olmayın.

Sevgi dolu bir not: Bu yazıyı anneme ithaf ediyorum blog :) Yaptığı nefizz çorbalar için, odama tepsiyle gelen yemekler, tatlılar, ballı sütler için... 3 günde sapasağlam olmamı sağladığı ve verdiği şefkat ve sevgi için. İnsana anne eli değince hiç bişeyciği kalmıyo be blog.

04 Ekim 2009

Sakin Olmam Lazım (Da Nasıl??)

Merhaba Blog,

İkinci sınıf oldum ben :) Hatta bugün yağmur yağdıktan sonra bahçeye çıkıp omurgasız hayvanlar lab.ı için birkaç haşere bile topladım. Oda arkadaşımın hafta sonu, marketlerde Sarelle tanıtımı için eşantiyon olarak dağıttığı minyatür sarelleciği önce yedim sonra yıkayıp, dezenfekte ettikten sonra haşerelerime layık bir barınak yaptım :) O barınakta şuanda bir adet bit kadar bebek salyangoz (yerim yerim), bir adet orta boy abi salyangoz (yağmur yağdıktan sonra ortalık salyangozdan geçilmediği için değil, salyangozları gerçekten çok sevdiğim için topladım Canım Blog, taam mı?), bir adet koca kafalı dev bir karınca, bir adet adını bilmediğim (ama bilmemek ayıp değil blog, demiğ?) çok ayaklı korkunç bir böcek, kardeş kardeş yaşıyor. Hatta karınca ve böcek, abi salyangozun kabuğunun üstüne çıkmışlar, o nereye giderse oraya gidiyorlar, çok eğleniyorlar yani o barınakta, tam bir aile oldular, hahah.

İşte ben böyle kendi çapımda eğleniyorum blog.

Ya da eğlenmeye çalışıyorum. Çünkü sakinleşmem gerek.



Çünkü hocaların;

--> Yıllardır ders anlatırken projeksiyon aleti kullandıkları halde hala o aleti kullanmayı becerememelerini ve böylece dersin yarım saatini yemelerini görmezden gelmem gerek.

--> "Evet, not tutmaya gerek yok, kitaptan okuyoruz zaten." diyecek kadar pişkin olduğunu unutmam gerek.



--> Dersi, ders notuna tamamen sadık bir şekilde anlatmalarını, sadece slaytı okuyarak bizi okuma-yazma bilmiyor sanmalarını umursamamam gerek. Ah, ama bir dakika, mesela "söylenmektedir" yazan yeri "söylenir" şeklinde okuyarak derse yorumlarını da katarak nasıl işlediğini göz ardı etmemem gerek.

Müthiş bir hocamızın dediği gibi bilim insanımı olacağımızı sanıyoruz biz? Bizden bir halt olmaz. (Bencelikle benden bir halt olur ama aldığım müthiş eğitimlerin bunda payı ne kadar olur, orasını bilmem.)




Çünkü
okulun;

--> Geçen yıl, "Ders mers anlatılmayacak, notta bulamazsınız, sonra bir de bu ingilizce dersiyle uğraşır durursunuz." şeklindeki aydınlatıcı açıklamalarıyla zorla yabancı dil muafiyet sınavına sokmasını ve sınavdan süper bir not aldığım (90 küsür) halde sırf ingilizce dersinden muaf olduğum, o derse girmediğim için ingilizce notumun "sıfır" görünmesini ve bundan dolayı AGNO'mun beklediğimden düşük olmasını kabullenmem, bunalıma girmemem gerek.

--> "Burs belgesi getir, transkriptini götür!" felsefesine acı acı gülmemem gerek. Kendi transkriptimi istiyorum, çok mu saçma birşey istiyorum, Ey Okul! İllaki transkript almam için bir amacım mı olmalı anlamadım ki ben bu işi.

Çünkü öğrencilerin;

--> Bölüm başkanına onaylatıp, ertesi gün alıp, astığımız bir afişi umarsızca söküp çöpe atmaları karşısında hala şaşırıyor olmamam gerek. Üstüne üstlük, onaylatma zahmetine bile girmediği afişini bizimkinin yerine astığını gördüğümde sinirden tepinmemem gerek.

--> Yurt-Kur Baba'nın masasını sahiplenen, bencilce kitaplarını koyarak orayı kendi masası ilan eden zihniyetleriyle aslında hiç uğraşmamam, tartışmamam, kendi halimde yaşamam gerek.



Yani senin anlayacağın blog, bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum.

Madem hazır kendimi hıyar gibi hissediyorum, günün anlam ve önemini anlatan şarkıyı da kendime gönderiyorum: Barış Manço - Sözüm Meclisten Dışarı diyor benim için... (Canım Blog, bu şarkıyı sana nasıl dinletebilirim diye uğraştım, aradım aradım bulamadım, mahkeme kararıyla engellendim. (Last.fm'de bile, çüş artık. Hazır sinirlerim tekrar depreşmişken... Neyse, konu bu değildi.))

Tek tesellimse, müthiş sanatçı Barış Manço'nun da bir zamanlar kendini hıyar gibi hissetmesi Canım Blog'um...

02 Eylül 2009

Yazıyooor Yazıyoor "Saç" Kardeş Yazıyoor

En Canım Blog ve Pek Sayın Seyirciler,

Gün geçmiyor ki bir olay daha vuku bulmasın ve pek sakin zannedilen Bilgesu'nun sinirleri hoplamasın:

Şimdi efenim, kuaför fobisi olan bir insanım ben. Mümkün mertebe, kuaförün yanından bile geçmemek en sağlıklısı benim için. Düğünlerde, seyranlarda saç maç yaptırmaktan kesinlikle kaçındığım gibi hele hele iş saç kestirme olayına gelince direk tabanları yağlayıp kaçasım geliyor. Ama bu saç denilen zımbırtı sürekli uzayan, hadi onu geçtim -hiç taramadığım ve gayet iyi baktığım halde- yıpranıp, kırılıveren bir şey, nereye kaçıyon!

İşte böyle artık kaçamadığım günlerden bir gün yani dün, fobimin azmasına neden olan kuaför maceralarıma bir yenisi eklendi. Fakat bu olayı anlatmadan önce isterseniz hep birlikte geçmişime yolculuk yapıp, bu fobinin kaynakları nedir, sorun bende mi yoksa kuaförlerde midir, mükemmel kuaför profili ne olmalıdır, Türkiye'de kuaförlerin yeri ve önemi nedir gibi sorulara cevap arayıp köşe yazarlığına soyunayım.

Tamam tamam, korkmayın sadece geçmişe yolculuk yapalım:




İşte geçmişten sizin için çıkmış gelmiş bu iki Bilgesu, farklı yaşlarda olsa da aynı dertten muzdarip iki çocuktur. Çocuğun ne derdi olur ki, dersin sen ama vardır işte, mesela;

--> Bu iki çocuk saçların özgürce uzaması ve ahenkle dalgalanması gerektiğini savunur. Ama onlar savuna dursun saç düşmanı makas, anneciğinin eline çoktan geçmiş, evde kovalamaca başlamış, dolayısıyla saç hep itinayla yamuk kesilmiştir. (İlk kuaförüm olan annemin saç kesme konusunda yetenekli olduğu fakat tüm suçun vişne kızımız da olduğu iddiaları doğrudur.)

--> Bu iki çocuk saç, baş, kafa ve beynin fön makinesine maruz kalmadan daha mutlu olacağını savunur. Çünkü bu iki çocuk, biraz daha büyüyüp abla olduklarında, düğün için saç yaptırmaya götürülür. İşi başından aşkın olan kuaför de tüm çocukların saçını aynı model yapıp, başından salıverir. Fekat pek bir hassas kişilik olan bu iki Bilgesu, aynı fabrikasyon ürünü olmaktansa fabrika hatası olmayı tercih ettiğinden üzüntü ve fön makinesinden haşlanmış beyni ile angaralı turgut sponsorluğunda yapılan düğüne istemeden de olsa katılıverir.

Tüm bu anlattıklarımın analizini yapmada çok başarılı olan ey sevgili okuyucu, az çok Türkiye'de kuaförlüğün yeri ve önemi nedir, anladıysan yavaş yavaş yok yok hızlı hızlı sadede geleyim.

Bundan bir ay önce kaş alımı için kuaföre gittim. Kaşımı alacak kızın kaşlarını görünce de bir yamuk olmasın diye(önceden çok yamuk olaylar oldu, bilmiyorsun blog..) baştan güzel güzel uyardım: "Kaşıma şekil vermeyiniz, verenleri uyarınız, hatta bana kalırsa siz bu kaşa hiç dokunmayınız." Fakat hikaye bu ya, kız daha ilk seferde ipi çektiğinde kaşım, onun kaşına doğru yol almaya başlamıştı. Kızı en baştan güzel güzel uyarmasa bu kadar sinirlenmeyecek olan Bilgesu, tüm asaletini kaybedip kızla münakaşaya girdi. Olaylar bambaşka bir hal aldı. Derken cımbız değmemiş, güzel kaşlı, nur yüzlü bir kuaför ortaya çıkıverdi. Bilgesu, bu nur kaşlı kıza sığındı, öbür kaşını ona teslim etti. Sonra eve geldi, aynaya baktı. Sol kaşını kapatınca Bilgesu Güngör'ü, sağ kaşını kapatınca Bilgesu Gündeş'i gördü aynada. Ve dedi ki: Bu bir Mona Lisa tablosu değil de nedir? Kuaförler birer sanatçı değil de nedir?

Ondan bir ay sonra yani bugün artık aynada sadece Bilgesu Güngör'ü görüyorum, meraklanma blog.

Evet sevgili seyirciler, artık sadede gelmenin zamanı geldi de geçiyor bile..

O kadar kuaförler için o biçim fön makinesi kullanırlar, bu biçim yetenekli, bir o kadar da sanatçı ruhludurlar, dedim. De niye dedim, bütün bunları niye yazdım. Manyak mıyım?

Buradan saçımı kesemeyen, beni Mona Lisa tablosuna çeviren kuaförlere haykırmak için, bir kere olsun saçımın doğru düzgün kesildiğini görüp mutlu olabilmek istediğimi söylemek için yazdım. Ya da vermek istediğim mesaj asla gerekli mercilere ulaşamayacağından sadece içimi dökmek için de yazmış olabilirim.

Kırıklarını aldırmak umuduyla gidip saçını rezil eden kuaförün felaketinden sonra öbür kuaförün durumu kurtarmak amacıyla gelip saçını kısacık bırakmasıyla mağdur olan kızcağız. (Müjde! Cümle bitti, nefes alabilirsiniz :)

Mühim Not: Tüm bu olaylarda 25 lira isteyen kuaföre gitmeyip, sadece kırıklarımı aldırıcam ne 25'i deyip, 10 liralık kuaföre gitmemin bir etkisi yoktur.

Çok Mühim Olmayan Not: Çocukken dümdüz saçlara sahip Bilgesu'nun saçlarının lisede kıvırcık olduğunu ve yakınlarının kendisine saç, saçbaş, saç kafa şeklinde hitap ettiğini biliyor muydunuz?

25 Ağustos 2009

Murphy Kanunları Esti Üstüme Üstüme, Ööööffff!

Sevgili Blog,

Bugün sana, içinde Canım Blog yazarı vişnesu'nun yer aldığı bir örnekle Murphy Kanunları'nın nasıl işlediğini anlatacağım:

Taktım çantamı, atladım bisikletime, düştüm bankanın yoluna. Kestirme yola pazar kurulmuştu. [1] Ama "aslanım benim, koçum bea" diyerek verdim gazı verdim gazı, gaz fazla gelince çevirdikçe çevirdim pedalı, adrenalin dolarak vardım bankamatiğe. Ama bundan sonra başıma geleceklerden habersiz, umut doluydum bloğum. Hala küresel barışın olacağına inanmaktaydım. Fakat ben inanadurayımdı, cüzdanımı açtığımda bankamatik kartını evde unuttuğumu görmüş [2] ve Murphy Kanunları ağını çoktan örmüştü...

Allam yareppim, pes Bilgusu, pes! diyerek atladım bisiklete, pazar yolundan gitmeyeceğime yemin ettiğimden yokuş yukarı, dağları tepeleri aşıp vardım yuvaya. "Anne ya şöyle oldu, böyle oldu, bik bik bikk" diye derdimi anlattım anneme aşağıdan, tüm apartman sakinleri de dinledi. Annem kartı attı, kartı havada yakalarken "bi de içinde para yokmuş hehee" diye espiri yaptığımı sandım, güldük apartmancak.

Velhasılı, tekrar bankamatiğe vardım. Nıhahahaa bankamatik, işte geri döndüm! didim. Ve ekrana yaklaştım. Bankamatik benden özür diliyordu. Kess! didim. "Geçici bir süre hizmet veremiyoruz" [3] yazısını göreceğime kör olaydım...

15 dakika oturdum kaldırımda. Açıldı bankamatik. Muhahaaa bankamatik, sökül paraları! didim. Hesap bakiyesinde -99 TL yazıyor, bana borçlusun diyordu. [4] Tü Allah cezanı versin, bütün gün bunun için mi uğraştım, meğer değmezmişsin... didim. Aklımda Murphy Kanunları, cebimde -99 lira, bacağım yorgun, bütün işler yarım, eve döndüm.



Acımadan, nasıl da tıkır tıkır işledi:

[1] O kadar çok gün varken pazarın kurulduğu günü seçmek benim hatam olabilir, doğrudur Murphyciğim lakin kestirme yolumun üzerinde ne işi var yahuu.

[2] Cüzdanımda 5 kuruş para yok. Kartlar ve ıvır zıvırlardan yer kalmamış yoksaağ... Neyse Murphyim, cüzdanımda bu kadar çok şey varken hatta cüzdanımı kaybettiğimde bulan insana sürpriz bir not bile varken, o en çok kullandığım kartın evde ne işi var! Hepsi senin işin, biliyorum!

[3] O anda kör oldum yahu, daha ne diyeyim!

[4] Ya vallahi onun içinde para olmalıydı. Nasıl daha yatmaz ya.. Hep sen işte, hep sen.

Ah hayat, ahh.. Çok gülüyosun bana di mi?

20 Ağustos 2009

Retroo ya da Bir Tutam Nostalji -kararsız insanım-

Canım Blog,

Bugün gayet legal ve nostalcik yollardan şarkı dinlemenin keyfini yaşadım. Tozlu raftaki kutudan kasetleri çıkardım. Kasete üfledim, yüzüme tozlar saçtım. Zülfü Livaneli dinleyeceğimi sanarak "çal" tuşuna bastım. İçinden çok daha nostalcik, ingilizce bir şarkı çıktı, twist yaptım. Bandın üzerine zamanın radyosundan kaydedilen o şarkıdan sonra, en sevdiğim "Ada" albümünü artık dinlemeye başladım. Şarkılar söyleyerek kahvaltıyı hazırladım, annemle canımın içi Şebbalim'i ekmek almaya gönderdim. Kahvaltıdan sonra tekrar taktım kaseti, şarkılar eşliğinde bulaşığı makineye yerleştirdim. Ama bir kez olsun gözünün içine bakmadım, çok kırdın beni makinee!

Gırgırgırrr...

Çok mesud ve bahtiyarım blog. Barış Manço kasetlerimi ve babamın bissürü Zülfü Livaneli, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü, klasik gitar vesaire kasetlerini buldum. Zamanında Livaneli ve çoğu kasetleri önemsemeyen bir çocuk hatta kardeşler (ağbey ve bendeniz) olarak o kasetlere rastgele kayıtlar yapmışız. Kaset çalarken kah Tsubasa açılış müziği kah "Türküm, doğruyum, süpürmenin oğluyum, betmenin torunuyum..." şeklinde devam eden rezil rüsva nostalcik kayıtlar çıkıyor karşımıza. Peynir ve tatlı kadar alakasız olsa da bir künefe tadında hepsi.

Daha da bir maziye gidersek:

Abimin bir buçuk yaşında ki ses kayıtlarına maruz kalıyoruz. Daha şekere "çe-çeğğ" diyen bir çocukla annem ve babam bir portakal muhabbetine giriyorlar ki sormayın gitsin. Sormayın diyorum çünkü o şindi esker! Bir karizması var. - Asker ağam, eğer bu yazıyı oralardan okuyosan bi işaret ver.-

babam - annem - yaşına basmamış igungor : (Fakirlik yılları... Kediyi bırak, bir perdemiz bile yokmuş blog, anlıyor musun?)



Bendenizin ise 3 aylıkken mikrofonu yeme kayıtları mevcut. Tahmin edersiniz "eğğğ, öüğğğ, eüüğğ" den başka bişey diyemiyorum. Bir de zırzırzırrr...

Bilgesu yakın geçmişi bildirdi.

Son olarak Livaneli'den gelsin:

[...] Dünyayııığğğ güzellik kurtaracaak, bir insanıığğ sevmekle başlayacak herşeey...

02 Ağustos 2009

Nefes Alıp Bloğa Koşmak

Canım canım canım blog,

Çok özledim seni, çok. Yorgundum, sıkkındım. Yazacağım şeyler vardı ama yazamadım işte.

Şimdi odamdayım, nefes alıyorum. Fırsat bu fırsat, sana birkaç birşey anlatmak istiyorum. Önce kötülerden başlayayım:

-- Bulaşık makinesiyle hayla küsüz. Gıcık makine!

-- Bu bir türlü bitmek bilmeyen, aksiliklerle dolu tadilat maddi-manevi tüm aile fertlerini yıprattı. Sinirler tavan, sabırlar taban yaptı.

Şimdi iyi haberler:

-- Birkaç ufak detayı saymazsak mutfak işi bitti diyebiliriz, ohh! Artık tezgahımız, dolaplarımız, en önemlisi evyemiz var. Yihhhuuu! Bulaşık yıkayabildiğime hiç bu kadar sevinmemiştim. Sana mı kaldık iyi gün dostu makineeeee.

-- Koreli arkadaşım Inseon ve onun arkadaşı Misong bize geldiler. İki gün bizde kaldılar. Evde hummalı çalışmalar sürerken ben onlara rehberlik yapmak suretiyle işten kaçtım. (Burda biraz gülmek istiyorum blog, afedersin. Nihhahhahahaaa) Çok yoruldum ama çok eğlendim. Bu rehberlik olayımı belki anlatırım sana blog ya da anlatmayabilirimde.

-- Tavan ve taban olaylarının ardından şu saat itibariyle banyo yapıp sakinleşen aile fertleri nefes alıp, kendilerini dinliyorlar. Herşey biraz daha yolunda.

İyi geceler bloğum.

17 Temmuz 2009

Mübarek Buluş ve Mübarek İnsan Josephine G. Cochran

Ne mübarek aletmişsin sen bulaşık makinesi! Ve ne mübarek insanmışsın sen Josephine Cochran. Bu aleti bulan beynini, yapan elini ver de öpüyüm ablaağm.

Biliyorum, kaç yıldır kullanıyorum seni. Ama bir gün olsun değerini bilemedim. Hakketiğin koşullarda yaşatamadım seni canım makine. Her mutfağa uğrayışımda buzdolabını kocaman bir tebessümle selamladım, onunla saatlerce vakit geçirdim. Ya senle?! İşim düşmediği sürece yanından bile geçmedim. Bir gün olsun gülerek yerleştirmedim o bulaşıkları. Sanki hepsini sen yemiş, kirletmişsin gibi iğrenerek yaptım hep. Ama bir gün olsun sen beni yarı yolda bırakmadın ya da mıştın!

Bugün n'oldu makine ha n'oldu söyle! En zor günümde niye yaptın bunu? Hiç mi acımadın. Mutfağın tadilatta olduğu hatta ne tadilatı paramparça olduğu bugün, mutfağa mutfak demek için şahitlere ihtiyacın olduğu ve içinde ne dolap ne tezgah ne lavabo bulunmadığı bugün! Evet, tamda bugün bozuldun! Üstüne üstlük biz balkonda leğende bulaşıkları yıkarken keyifle güldün. Ama ben sana yine de küsmedim güzel makine. Değerini nasıl anladım bak. Hadi gel de barışalım. Yarına düzeliver be..

Söz bak. Her sabah buzdolabından önce sana uğrıycam, gülümsiycem. (biliyorum, içten içe hep buzdolabını kıskanıyosun, insanların onu neden sevdiğini bi türlü anlayamıyosun ama yarın ben sana bu psikolojiyi üstünden atman için bi terapi uyguluycam. hiiiç üzülme.) Ha bide, hem zeki hem bayan hem de mübarek insan Cochran'a dua etcem, çok.

Bir an önce eski mutlu günlerimize dönmek dileğiyle...

Seni çok seven ve çook pişman Bilgesu

Not: Yahu biz köyde sular kesildiğinde de bu şekilde bulaşık yıkıyoduk. Hem de kaç leğen bulaşık! Ve hem de dinamodan aldığımız buzzzz gibi suyla! Ama hiç bu kadar duygulanmamıştım. Bak yine fena oldum canım makine. Dayanamıycam.. Kaçııl! Sana sarılmaya geliyoruum.

04 Haziran 2009

Naçizane Doğum Günü Hediyesi

Bu blog yazısı hayatımın büyük bir bölümünü etkileyen pek sayın ve sevgili müyendiz bey nam-ı diğer igungor yani benim canımın içi ağabeyim için yazılmıştır. Neden: Çünkü bugün aybiminin doğum günüdür. Birincisi; böylece para harcamadan abime bu yazıyı hediye ediyorum :) İkincisi igungor'un doğumunun 24. yılında onu herkesin tanımasını istiyorum :)

Evet, igungor kimdir, nedir? Ağabey kime denir?

igungor: Beni çok küçük yaşlarda bilgisayarla, bilgisayar oyunlarıyla, internetle, bilimum teknolojik aletler ve gelişmelerle tanıştıran bilişim insanıdır. Aynı zamanda Canım Blog'umun da ilk okuyucusudur. Bu açıdan pek bi tatlıdır.

igungor: Gönüllü pardus geliştiricisidir. Kardeşine, pardus(aslında sadece pardus değil, Linux tabanlı, açık kaynak kodlu herşey) sevgisini aşılayan, bıkmadan -tabii bazen bıkıyor da olabilir- anlatan, öğreten açık kaynak kod sevdalısıdır. Özgür yazılım sever.

igungor: Çoğu kimsenin anlamadığı o siyah ekranda çalışan, eden, yazan, kodlayan kişidir. İnsanlar onu anlamasa da kardeşi naptığını bilir, gurur duyar...

igungor: Vişnesuyunu doğduğu andan itibaren asistanı olarak yetiştiren bir zattır. Asistanın ayak işlerini yapmasıyla envai çeşit elektronik-anelektronik alet açılır, incelenir, gerekirse içinden parça çalınır.
...
Ağabey: Ben daha minicikken (evet, bu uzun insan da bir zamanlar minikti) annem bana kızdığında hemen balkona koşup "Ağğbaaa, ağbaa annem beni dövüyoo, kurtar beni..." diye haykırışlarımdaki tek sığınağımdır. (Belki de evde tek başıma çok sıkılıyordum, seninde dışarda oynamana dayanamıyordum ve bu abartışlarımın sebebi bu yüzdendi. Olabilir tagbii neden olmasın ki, mantıklı.)

Ağabey: Akşamları evde ya da tatillerde eğlence kaynağındır. Uzun yolculuklarda arabanın arka koltuğunda geyik yapılan insandır.

Ağabey: Saklanan bayram şekerlerini birlikte arama kurtarma ciddiyetinde aradığın, bulunca da paylaştığın kardeştir.

Ağabey: Masanın altına saklandığın ve orayı kocaman bir dünya olarak görüp oyunlar oynadığın oyun arkadaşındır.

Ağabey: Yıllarca Mortal Kombat, Street Fighter gibi oyunlarda küçük müçük demeyip, acımadan, kombolar yaparaktan, nakavt ederekten, fatalitylere sebep olan da bir oyun arkadaşıdır aynı zamanda. Az dayak yememişimdir. Çocukluğuma inmeyin, böyle olmamın nedeninde "Finish her" de sonya kılığındaki vişnenin ölümünü görebilirsiniz.



Ağabey: Son zamanlarda Frozen Bubble, teeworlds gibi oyunlarda vişnesuyuna çok pis yenilen fekat ballı bebe diyerekten bu durumu kabullenemezmiş gibi görünse de aslında onu yenmemle içten içe gurur duyan kardeştir. (Ağbii gurur duyuyon dimii?)

Ağabey: Firetsonfire ile çok güzel şarkılar çalıp evde mini bir konser vermiş klavye virtüözüdür. (Bilmeyenler için: Guitar Hero oyununun bilgisayara uygulanmış versiyonudur. Oyuncak gitar yerine klavyeyi kullanıyorsunuz. Kıytırık klavyeyle bir rockstar'a dönüşebiliyorsunuz.)



--Hayla abimin rekorunu geçememişimdir. Ama olsundur. Keşke şimdi evde olsamda abim çalsa, bizde at sıpası Şevval ile hoplasak, zıplasaktır. Öyle böyle değil, şu anda çok özlemişimdir..

Ağabey: Kilolarca mısır eşliğinde Full Metal Alchemist'i son bölümüne kadar izlediğin arkadaştır.

--Ağabeyim sayesinde anime ile tanışır, izlerim, severim. O da benim Martin Mystere çizgi romanlarımı alır, okur.. Güzel şeydir kardeş olmak...

Ağabey: Beraber kayak yapmayı öğrendiğin, tenis oynadığın sosyal de biridir aynı zamanda. Hep bilgisayar hep bilgisayar değildir. Tamam çok bilgisayardır ama biraz da sosyalliktir.

Ağabey: Karneyi ya da deneme sınav sonucumu gösterirken en çok heyecanlandığım kimsedir. Abidir işte!

Ağabey: Kimi zaman at sıpasının kankası kimi zaman at sıpasının en gıcık olduğu insandır. Zaten Şevval'e güven olur mu ki?

Ağabey: Kaç yaşına gelsemde hala koluma saat yapan insandır. Dişleri de zehirlidir aynı zamanda!

Kısacası:
Ben ağabeyimi çok severim, şekerle beslerim.
Hayatta en hakiki mürşit kardeşliktir!
Ben abiye abi demem programlama dili bilmedikçe!
Abicim seni ben çiçeklerden, yemişten...

diyerekten doğum günü çocuğunu şımartıyor, kocaman sarılıyor, yanaklarından şapur şupur öpüyorum. Ha bir de unutmadan koluna da kocaman bir saat yapıyorum. Bu saatte benden sana doğum günü hediyesi..

Seni çok seviyorum ağabeyim :)

Not: Şartlardan ötürü internet kafe köşelerinde yazmak durumunda olduğum için şöyle abimle yakın zamanda ya da çocukken çekilmiş güzel bir fotoğrafımızı koyamıyorum. Ama ağabeyim sen gönderirsen hiç de fena olmaz :)

1 Temmuz'da yapılan ek: An itibariyle evimdeyim, tatildeyim =) Abimin de bazı sorunlardan ötürü gönderemediği fotoğrafı canım odamın en güzel köşesinde bulunan bilgisayarcığımdan sizlerle paylaşıyorum.

Şevval'in deyimiyle: Kayıncaktan korkan Bilgusu'yun elinden tutan, onu korkularıyla yüzleştiren gardağşım:


Amaçsızca eğlendiğimiz günlerden bir gün:


Galiba büyüyoruz:

16 Mayıs 2009

Ulusal Genç TEMA Eğitim Günleri - Denizli

Ne zamandır pek vakit bulamıyorum. Malum bahar şenlikleri, konserler, monserler :) ve internetin gece onikiden sonra kesilmesi.. Yahu tam kafamı toparlamış oturup yazıyorum onikide külkedisine dönüşüyorum. Olacak iş mi canım blog. Bizi birbirimizden ayırıyorlar. Cık cık cık..

Ayrıca yazıyorum yazıyorum siliyorum. Ve bu da beni artık yormaya başladı. O yüzden bodoslama dalıcam güzel okuyucu, beni anlıyorsun değil mi? Affına sığınıyorum.

Anlayışlı okuyucu seni :) Sen bu kadar anlayışlı olduktan sonra ben hemen başlarım.

Efendim en son otobüse binmiştik hatırlarsınız. Muhabbet ederekten, uyuyaraktan nihayet vardık Denizli'ye. Tabii otobüsten iner inmez misafirlik süremiz başladı. Güzelce karşılandık terminalde. Başka şehirlerden gelen arkadaşlarla da tanışıp, düştük otel yoluna. Otele varıp, eşyaları bir kenara atıp, biraz da soluklandıktan sonra bütün gün bizim olduğu için başladık bulunduğumuz bölgeyi keşfetmeye.. Bir de çok tatlı bir arkadaş bulduk. Yol arkadaşı.. Onu size takdim etmekten şeref duyuyorum. Ta ta ta taam.. İşte karşınızda, Şayeste! (Şaheste değil, dikkat)



Bizim misafir olduğumuzu anlamış olmalı ki takındığı ev sahibi tavrıyla bizi hemen sahiplenmiş, görünmez bir koruma çemberine almıştı. Öyle ki kızlar önden giderken ben geride fotoğraf çekmekle meşgüldüm. Aramızda ki mesafe biraz açılmıştı ve ben aşağıdaki fotoğrafı çekiyordum. Bir yandan da ayağıma birisi vuruyordu. Bir de baktım ki şayeste kızlardan uzaklaştığım için beni uyarıyor. (Şuna bak ya, gel de ısırma şimdi şu tatlı yaratığı). Ama şayeste bi fotoğraf çektirmedin ya diye söylene söylene gittim kızların yanına.. Tabi ben önde şayeste arkada..



Sonunda hepimizi bir araya toplamış olan tatlı şey mutlu, gururlu.. Kasabanın merkezine kadar da bize aynı havasıyla eşlik ediyor. Bakınız:



Şimdi, tam bu noktada sana bir şey itiraf etmek istiyorum canım blog. Zaten vefasız olan insanoğlu bir de üstüne yorgunluk ve açlık eklenince gözü bir şey görmez oluyor. Ve biz dinlenmek ve karnımızı doyurmak için otantik bir gözlemeciye kendimizi atıyoruz, yavaş yavaş dinlenip kendimize geldiğimiz anda misafirperver dostumuzu hatırlıyoruz. Şayeste nerde, Şayeste'yi unuttuk! diye çıkıp, baksak da, bulamıyoruz :( Ama canım blog şimdi şayestenin bize küsmüş olma ihtimalini değil de onun bir süper kahraman olma ihtimalini düşünmek istiyorum. Bence o bizim artık güvende olduğumuzu ve yoluda öğrendiğimizi düşünerek başka misafirlere yol arkadaşı olmaya gitti. O, Karahayıt'ın tatlı kahramanı, misafirlerin yol arkadaşı.. O, iyilerin dostu, kötülerin düşmanı.. Senin başını okşuyor, karnını kaşıyoruz sevimli dost. Tekrar görüşmek üzere.
...
Yolumuza devam ediyoruz. Kırmızı Su'ya doğru.. Ve oraya vardığımızda develeri görüyoruz. Binmek istiyoruz. Birde öğrenci indirimi yaptıklarını öğrenince fırsat bu fırsat diyip biniyoruz deveye. Şöyle bir tur atıyoruz, fotoğraf çektiriyoruz ve devenin üstünde dilek tutuyoruz (niye bilmiyorum) . Ve deveye hendek bile atlatıyoruz canım blog, yaa ne sandın!



Daha gezip tozup, hediyelik eşyacılara girip, uzun uzun da incik boncuk baktıktan sonra artık dinlenme vaktinin geldiğini düşünüyoruz. Ve otele şayestesiz geri dönüyoruz :(
...
Akşam olunca eğlence başlıyor. Eğlenceden kastım eller havaya değil. Hayri Dev'i tanıma fırsatı. Kendi yapımı üç telli sazından ve sipsisinden bir şeyler dinlemek.. Daha önce böyle şeyler dinleyip de bu kadar etkilendiğimi hiç hatırlamıyorum. İnsanın dağlara kaçıp çoban olası geliyor.. Buyrun sizde tanıyın, dinleyin, etkilenin.

İkinci Güzel Gün
Bütün yorgunluğun ardından daha dinç olarak yeni bir güne uyanmanın mutluluğuyla kahvaltıya gittiğimizde Hayrettin Karaca'nın da orada olduğunu görüyoruz. Genç TEMA'lı arkadaşlarla bir masaya oturmuş ve bir yarışa tutuşmuş: Tabaklarda tek lokma kalmıycak! Açık büfe nedeniyle ne var ne yok alan arkadaşların, yarışı Hayrettin Karaca'nın kazanması için verdiği çaba görülmeye değermiş. Ben göremedim ama anlatılanları dinlemek bile çok eğlenceliydi :)

O masada yarışı kazanan dedemiz sonra bizim masamıza geldi. Ben tırstım tabii. Kahvaltı yapmak çocukluktan beri sorundu benim için. Öyle ki annem artık her bir dilim ekmek için ikiyüzelli bin lira para veriyordu. Bir dilim ekmek yesem bile iyi paraydı benim için. Ama şimdi burada kahvaltı yapmak için ben para veriyorum. Ühüühüü.. Çok yalnızım anne.. Neyse bunlar başka konulardı.

Velhasılı efendim, benim tabağımda çok az birşey olmasına rağmen bitirememek korkusuyla acilen konuyu değiştirmem lazımdı.

Dedecim, size çok önemli birşey söylemem lazım, dedim. Merakla açtı gözlerini. Geçenlerde İstanbul'da size kitabınızı imzalatırken bana bir dilekte bulunmuştunuz, dedim. Ve bende sizin dileğinizi hemen gerçekleştirmeye başladım, der demez.. Niye erkenden buruşuyosun, yaşlanıyosun.. Ne acelen vardı kız! diye paylamasın mı beni şeker dede. Ve tabii sayın seyirciler bu olayın ardından gülüşme, mülüşme, muhabbet derken bizim yemek olayı da unutuldu. :) Bilgesu da erdi muradına..



Bu fotoğraf o andaki bir kare değil, çok daha sonra çekildi ama hem o anı anlatıyormuş gibi durduğu hemde PAÜ ekibi, Hayrettin Karaca ve bizimde olmamız açısından önemli bir fotoğraf olduğu için paylaşıyorum sizlerle sevgili okuyucular..

Gelelim eğitimlere.. Kahvaltıdan sonra başladı eğitimler. Tabii daha yeni olduğumuz ve eğitim günlerine ilk katılımımız olduğu için elimizde kalem defter not ala ala dinledik. Bazı arkadaşlar içinse zaten ezbere bildikleri konulardı. Şimdi neleri not aldım, önemli konular neydi filan felan diye bilimselliğe girmiycem. Ama şunu bilmenizi istiyorum. Temada hadi gelin ağaç dikelim, toprağımıza sahip çıkalım, küresel ısınmaya dikkat edelim gibi zaten herkesin bildiği konuları yüzeysel anlatıp geçmiyorlar. Eğitime çok önem veriyorlar ve çok daha değişik konularda da bilgilendirme yapıyorlar. Bu yüzden bende artık insanların TEMA'yı sadece ağaç diken bir vakıf zannetmesinden rahatsız oluyorum ve yakın bir zamanda kendimi daha da geliştirip bilgilendirdikten sonra sizi TEMA hakkında aydınlatmak istiyorum. Hiç bir yere kaçamazsınız.



Ve ve bu eğitim günlerinin açılışındaki olayıda anlatmadan geçmeyeyim canım blog. Çalışkan PAÜ ekibi kendilerini tanıtan bir belgesel çekmişler ve bu belgesele beni de dahil etmişler :) E-postamı yanıtsız bırakmayan sevgili Aykut, belgeselde Kozalak dergisinin reklamını yapmak için beni kulanmıştı. Tabii ben rezil olur muyum hiç düşünmemişti :)
Bu belgesel için gerçek düşüncelerimi söylemek gerekirse.. Bunu izleyen her gençtema ekibinin çok pis gaza geldiğini söyleyebilirim. Hepimize çok iyi örnek olduklarını da.. Ve bu belgesel sayesinde eğitim günlerinde meşhur da olmuştum tabii :) Adım da "Kozalak Bilgesu" olarak kalmıştı :) Teşekkür ediyorum onlara..




Üçüncü Güzel Gün, Biraz da Hüzünlü
Artık herkese alışmış, çok güzel arkadaşlıklar edinmiştik ki gitme zamanı yaklaşmıştı. Nasıl hüzünlenmeyelimdi. Ama durun önce kişisel gelişelim sonra da Pamukkale'yi gezelimdi sonra hüzünlenindi.

Eller havada kişisel gelişiyoruz :D




Pamukkale'yi geziyoruz. Ama acı gerçekle karşılaşıyorum. Pamukkale'nin gerçekten pamuk gibi olduğunu düşünmüştüm hep. Öyle bembeyaz, yumuşacık.. Yalanmış.. Ama harika bir yer olduğu.. Gerçekmiş..



Vişne kişisiyle de bakın.



Bir de burdan bakın :)



Daha göstermek istediğim fotoğraflar var ama baya bol fotoğraflı bir blog yazısı oldu bu. Pek alışkın değilim. Çarpmasın sonra. Yavaş yavaş.

Son olarak hatıra fotoğrafıyla da bu yazıyı sonlandırmak istiyorum. Buraya kadar gelmiş okumuş olan değerli okuyuculara da çok teşekkür ediyorum. Nihayet bu yazıyıda bitirmiş olmanın yorgunluğu ve zaferiyle mutlu mesut şimdi internetten ayrılıyorum. Gerçek hayata dönüyorum.

10 Mayıs 2009

:) -Başlık bulamayınca gülen insan-

Canım Blog,

Sana beni çok mutlu eden bir şey anlatıcam. Güzel bir hikaye.. Başlıyorum.
...

02 Şubat 2009
Sınavlarımın hepsini vermişim (öhöm öhöm). Erkenden yarıyıl tatiline girmişim. Tatil uzunmuş. Ama İstanbul, vişnesuyunu yarım dönemde yormayı başarmış. Dersler, bir türlü çıkmayan yurt, sürekli değişen arkadaşlar, trafik mrafik, özlem mözlem, kış havası ve bütün bunlara vişnesuyunun adaptasyon göstermedeki yavaşlığı da eklenince son enerjisini de uçağa binmek için kullanmış. O yüzden vişne arkadaşımız bu tatilde hiçbir şey yapmayı düşünmüyormuş. Yemek, içmek, uyumak (bunlar ihtiyaç olmasa bunları da yapacağı yokmuş aslında) ve boş boş bilgisayar ekranına bakmak dışında (bu da bildiğiniz gibi artık bir ihtiyaçmış). Ama hayat, hiç bir zaman planladığın gibi gitmiyormuş. Biliyorsunmuş.

16 Şubat 2009
Evet matematiği kuvvetli okuyucular. Aradan 14 gün geçmiş.. Hala mı oturuyon kız! deyişinizi duyuyorum. Ne kızıyonuz, tatildeyim, oturcam tabi. Ama tek başıma oturmuyorum, karşımda bilgisayar arkadaş var. Ben, o yalnız kalmasın diye yani. Ona arkadaşlık etmek için sadece.

İşte biz böyle arkadaşlık ederken, güzel güzel oyunlar oynarken, muhabbet ederken bilgisayarcığımla birden bir mesaj geliyor feysbukcuktan. GençTEMA, PAÜ GençTEMA'nın çıkardığı e-dergi Kozalak'ın haberini müjdeliyor. Bende hemen okumaya başlıyorum. Öyle bir anıma denk geliyor ki bu dergi benim kurtarıcım oluyor adeta. Tembel ruhumu alıp, bir heyecan veriyor onun yerine. Ve bende bu heyecanıma engel olamayıp derginin editörüne e-posta atıyorum. İyi ki de atıyorum. Çünkü asıl hikaye bundan sonra başlıyor :)

Şimdi PAÜ GençTEMA nasıl bir ekip ve Kozalak da neler yazıyordu da bu kadar etkilendim uzun uzun anlatmayacağım. Sizi daha çok meraklandırıp dergiyi bizzat okumanız açısından size böyle bir iyilik yapıyorum :) Dergiyi okumak için resme tıklatabilirsünüz. Ve hatta derginin ikinci sayısı da çıktı. Ona da siteden ulaşabilürsünüz.

Ne diyoduk? Evet, ben e-posta atmıştım. Ve tabi hayata, çevreye tepkisiz kalmadıkları gibi benim e-postama da tepkisiz değillerdi. Çünkü "Siz yoksanız bir eksiğiz!" düşüncesiyle yola çıkmışlardı ve beni de almadan gitmeye niyetleri yoktu ya da onlar o kadar istekli çalışıyorlardı ki mıknatıs gibi beni kendilerine çekmeyi başarmışlardı. Ama yine de bir sorun vardı. Ben İstanbul'daydım. Ve burada böyle bir ekip bulamıyordum. En son ilköğretimde 3 yıl boyunca yaşadığım izcilik hayatımda tatmıştım ekip olmanın güzelliğini, gururunu.. Kamp ateşi yakıp, etrafında kolkola izci şarkıları söylemek.. Liderin verdiği görevi ekip olarak hem eğlenerek hem de yorularak zamanında tamamlamak.. Sonra n'oldu? Büyüdük. Bu güzelliği unuttuk. Tepkisiz, ilgisiz kalmaya başladık. İlgisiz kalmak daha güzel bir şey sandık. Biri bize bir şey anlatırken onu dinlememek, önemsememek daha havalı bir duygu sandık..

Ama biliyorsun canımın içi blogum, hayatta senin inandıklarına inanan insanlar da var. Ve gün geliyor o insanı buluyorsun. İşte bu hikayemin devamı da bu cici insan sayesinde geliyor.



Sınıftan arkadaşım olan Meryem ile Biyolojik Araştırmalar Laboratuvarı Kulübü'nde ayrıca botanik bahçesinde ot, böcek, çiçek beraber çalıştıkça, uğraştıkça samimi olmaya başlıyoruz. İkimiz de çevreciyiz, aşırı hayvanseveriz. Sürekli tartışıyoruz. Niye bu kadar duyarsısız, neden kirletiyoruz, zarar veriyoruz, gırgırgırr.. Ve söz TEMA'dan açılıyor. Ben PAÜ GençTEMA'dan bahsediyorum. O da, ben de TEMA'ya geçenlerde e-posta attım diyor. Üye olmak için, ne yapabilirim, ne edebilirim diye. İkimizde birbirimizi bulduğumuza çok seviniyoruz. TEMA'dan da cevap gelmesiyle bizim okulda ki gençTemalı arkadaşlarla tanışıyoruz. Sayımız çok çok az. Ama isteğimiz, heyecanımız çook! Ve bir de şansa bakın ki tam bu sıralarda ben Hayrettin Karaca ile şans eseri tanışıyorum! (Bu hayat bana bir şeyler mi anlatmaya çalışıyordur nedir?)

Bir gün Tema Genel Merkez'e gidiyoruz. Bora Abi'yle tanışıyoruz. Ne yapabiliriz özellikle Beyazıt bölgesi için filan konuşuyoruz. Sonra GençTEMA'nın Denizli'de eğitim günleri var, gider misiniz, gidelim mi oluyoruz. Pat diye yani. Meryem, Denizli yakın 2-3 saatte gideriz diyor, coğrafya bilgisi pek kıt olan vişnesu kızımızda iyi o zaman gidelim, yaşasın oluyor. Bora Abi'ye adımızı yazdırıyor kesin gitcek gibi konuşuyoruz ki acı gerçeği öğreniyoruz! Ve yolun 10 saat olduğunu öğrenen vişnesuyun yaşadığı hayal kırıklığı, coğrafya bilmemenin verdiği pişmanlık ve buna benzer bir sürü duyguyla Meryemcağıza nasıl davrandığını tahmin edersiniz. Şaka bir yana, 10 saatlik yolun sonunda Paü ekibiyle tanışmak ve bizzat teşekkür etmek olmasaydı bu yolculuğa hemen evet dermiydim bilmiyorum.

Sayın seyirciler. Buraya kadar okudunuz. Bir şeyin dikkatinizi çekmiş olmasını umuyorum. Ama çekmediyse de sorun değil. Bilgesu burada bunun için var. Hemen çekiyorum dikkatinizi. Dikkat! Kıt a dur!

Hayatın cilvesine bak blog! Paü gençtema sayesinde silkelenip kendime geliyorum sonra bir dizi olay gerçekleşiyor ve karşıma bu kadar çabuk, Paü gençtemanın düzenlediği eğitim günlerine katılma fırsatı çıkıyor. En başta da dediğim gibi mıknatıs gibiler :) Yani benim ilk gönderdiğim e-postadan sonra olaylar hiç gelişmeyedebilirdi. Ama o kadar hızlı ve güzel gelişti ki. Bir anda kendimi İÜ GençTEMA için birşeyler yapmak isteyen heyecanlı ve pek tatlı insanların içinde sonra da Türkiye'nin her yerinden gelen ve hepimizin aynı amaç için buluştuğu Denizli'de buldum. Yani ben olayların bu şekilde hızlı gelişmesine şaşırdım. Lütfen sizde şaşırın, sayın seyirciler.

Diyeceğim odur ki, len feysbuk ilk defa bir işe yaradın :) Yok yok diyeceğim bu değildi.

Diyeceğim: Hayat bana "Sen bir şeyleri çok istedin ve inandın. Bak kızım, bende sana ortamı hazırladım sende artık aklını başına toplada harekete geç artık. Bu kıyağı başka kimse yapmaz sana. Biliyorum çok ballı bir insansın. Ama bazen de şansını fazla zorlamaman lazım!" dedi.

Zaten güzel insanlarla tanışıp, heyecanlanan Bilgesu, Hayat'tan da bu gazı aldıktan sonra durur mu hiç? :)

Çalışmaları hızlandırıp, cici ekibiyle de atlar otobüse, Denizli yolunu tutar.. Ve sonra görecektir ki içinde yeşeren bu fidan Denizli'den döndükten sonra kök salacaktır.

Not : Denizli'deki maceraları da anlatmak istiyorum size ama farkındayım biraz uzun bir yazı oldu. Biraz nefes alın (bende alsam hiç fena olmaz), öyle yazıcam. Napayım sizi düşünüyorum işte, elimde değil :)

20 Nisan 2009

Döndüm =)

Dönücem dedim döndüm bak Canım Blog. Yalan söylemem ben sana okula söylerim sadece..

Sanırım bir aydır yazı yazmadığımdan ötürü bazı şeyleri unutmuşum. Bir şeyler anlatacakmışım ama öyle kalmış onlar. En yakın zamanda onları da yazıcam ama şimdi hiç vaktim kalmadı. Biraz vize haftasına yakışır bir öğrenci olmam lazım.

Ve sayın seyirciler yoğun istek üzerine "vişnesu" hikayesini de yazıcam. Onu da unutmadım merak etmeyin :)

Zài jiàn! :) diyerek şimdilik veda ediyor, çok yakında dönme sözü veriyorum.

Bir Öğrencinin Dramı



Üniversiteye Bu Kapıdan Girilir!*

*Tabi eğer İÜ öğrencisi değilseniz. (Dikkat! Değilseniz diyorum.) Şayet İÜ öğrencisiyseniz kapıdaki güvenlikten "Gi-re-mez-sin!" cevabı alır, kendi fakültesi bile burda değil, niye girmek istiyor ki kesin eylem yapacak! Anarşik bunlar anarşik, bi kuzu kuzu derslerine giremiyorlar tavrına maruz kalır, bu tavır karşısında da gayet kuzu bir insanken anarşist bir insan olur çıkarsınız. Yani girmek istiyorsanız bütün bunları göz önünde bulundurunuz ve adımınızı ona göre atınız!

Şimdi efendim, benim burada yapmaya çalıştığım üniversitemizin yaptığı reklamda unuttuğu ya da kendisinin bile söylemekten utandığı bir olayı eklemek. Yani herkesin bildiği gibi bizim okulun sloganı budur. Ama keşke göğsünü gere gere böyle bir reklam yaparken şu reklamlarda asla okuyamadığımız karınca duası gibi yazıyı da ekleseydi de ayıp olmasaydı. En azından üniversiteyi kazanıp gelen heyecanlı öğrencilerin sevincini kursağında bırakmasaydı. Yani benim tek istediğim öğrencilerle güvenlikler arasında böyle bir diyalog yaşanmaması. Yoksa beni istemeyen okulu ben hiç istemem. Hıh!
...

Üniversiteyi kazanan çömez arkadaşımız Beyazıt Kampüsü'nde okuyamıycam ama olsun artık buranın öğrencisi değil miyim, istediğim zaman bu kapıdan girerim hehee düşüncesiyle yola çıkarak İstanbul'a ilk geldiğinde kendi fakültesinden önce burayı görmek için yollara düşmüştür. Kapının önüne gelince gıcır gıcır kimliğini çıkarmış, turnikeden tam geçmiştir ki güvenlik, arkadaşım böyle bi gel sen diyerek hayatın ilk sillesini vurmuştur.

- N'oldu ki niye giremiyorum?
- Yasak!
- Ama ben bu üniversitenin öğrencisiyim.
- Sadece beyazıt fakültesi öğrencileri giriyor.

Bir süre durumu algılayamayan gencimiz şeyy, ama, ıığğ, kem küm ederek güvenliğin de ona yolu göstermesiyle söylene söylene gitmeye başlamıştır.

" Nası ya? Kendi öğrencisini içeri almıyo mu? Nasıl bir okula geldim ben? Halbuki daha okula gelmeden önce internet sitesinde okumadığım yer kalmamıştı, hiç böyle bi şeyden bahsetmemişti. Ya ya peki hani üniversiteye bu kapıdan girilirdi? Koskoca üniversite göz göre göre bu kadar büyük yalan söylerse ben napiim? Zaten yurtta çıkmadı. 16 kişi bi misafirhanede nasıl kalıcam ben ya? Zaten iki katı para ödüyom yurda, yemek kuponuda vermiyolar. Annemi özledim, evimi özledim, şimdi bu trafikte de yurda nasıl döncem ben yaa. Ühühüüü. İstanbul'a geldiğimden beri bi iyi bişey görmedim ben yaa. Ama yenicem seni istanbuuull. (fırk) "
...

Aradan çok bir zaman değil, sadece 1-2 ay geçmiştir. Edindiği bilgiler, yaptığı gözlemler sonucu kurduğu bir hipotezle sonuca varmış, (Bir hipotezle kesin sonuca varabilen biyoloji öğrencisiyim ben ve hatta yarın sınavı olduğu halde çok sinirlenip kendini bu satırları yazmak zorunda hisseden yoksa bir türlü hafifleyemeyecek öğrenci kişisiyimdir.) şu yöntemleri uygulamaya başlamış ve bunu gelecek nesillere aktarmak için buraya yazmış:

Arka kapının daha rahat olduğunu görmüş. Dans kursuna yazılcam, konferansa gidicem gibi beyaz yalanlarla içeriye huzurlu bir şekilde girebilmiştir. (Buradan üniversitenin öğrencimizin kişisel gelişimi üzerinde ne kadar etkili olduğunu görüyoruz. Yalanlar filan..)

Yok ben illa ön kapıdan gircem diyorsanız, bir de şunlar var. Buyrun deneyin:

Arkadaş grubunuzla (arkadaşlarınız beyazıtta okumalı) aradan sıvışarak hızlıcanak kimlik gösterebilirsiniz, belki kimliğinizi dikkatli göremediği için size seslenecektir, duymamazlıktan gelin, yolunuza hızlıca devam edin, arkanızdan koşacak kadar korkunç değillerdir.

"Ama benim arkadaş grubum yok kii, ben daha yeni geldim." diyorsanız, üzülmeyin! Biz de herkes için bir şeyler var. Mesela geçenlerde biri böyle bir şey yaptı. "Ben eski öğrencinizim, rektörlüğe gitmem lazım, vırt, zırt" dedi, girdi.

Ah! En güzelini unutuyordum az kalsın. Turist rolü yaparak da çok rahat girebilirsiniz. Çok misafirperverdir benim cici okulum.
...

Şimdi bu kız bütün bunları niye yazdı ki diye merak ettiysen meraklı okuyucu anlatayım. Meraklanma sen.

Yukarıda da bahsettiğim gibi sınavlarım başladı ya şimdi benim. Bende her normal öğrenci gibi arkadaşımla kütüphaneye gittim çalışmak için. Hem rahat rahat konuşamıyorsun hem de kafana bir şey takılınca beraber çalışıyorsun, iyi oluyor hoş oluyor. Ve doğal olarak da kütüphane olarak kendi okulumuzun kütüphanesini seçtik. Yurduma yakın olduğu içinde tee okulun merkez kütüphanesine gitmek yerine çapa tıpın kütüphanesine gittik. Nasıl olsa içerde hastane de olduğu ve oraya hastalar filan da geldiği için içeriye giriş alışık olmadığımız kadar rahat! Neyse efenim, girdik kütüphaneye çalıştık, malıştık, acıktık, gittik kantine. Geri döndüğümüzde bir güvenlik gelmiş, kimlik sordu, kimliği görünce almadı tabi. Ve meşhur cümleyi kurmaya başladı. "Yasak! Gi-re..." kessss dedim, biliyoz, buraya girmenin bin türlü yolu var, konuşturma şimdi beni, bir sürü hipotez kurdurtma! Tabi böyle demedim de :) Tıpış tıpış başımızda güvenlikle kütüphanede kalan ders notlarımızı aldık ve yine başımızda güvenlikle kapıya kadar uğurlandık. Canım, niye zahmet ettin ta kapıya kadar, kıyamamm.

Ve artık böyle şeylere alışmış öğrenciler olarak en başta yazdığımdan çok daha farklı bir şekilde söylene söylene yurdumuza döndük. Çünkü malesef biraz daha büyümüştük.

Kıssadan Hisse: Anarşist doğmuyorsun, anarşist oluyorsun. Eylem yapmak istemiyorsun ama okul o kadar ısrar ediyor ki kıramıyorsun. Çünkü okul bunu öğretiyor, sende öğreniyorsun. Ve bu öğrettiği şey için niye sana kızıyor anlamıyorsun.

Ve yazı bitti sayın seyirci. Bizden ayrılma, birazdan dönücem.



28 Mart 2009

Güzel Bir Dilek ve Güzel Bir Gün

Beşiktaş'tan Ortaköy'e doğru yürüyoruz. Hava çok güzel. Kitapçıya girelim mi, diyor Neşe Abla. Girip içeri bakınıyoruz. Bir masa ve önünde ufak bir grup insan. Bizde merak edip ne oluyor burda diye bakınıyoruz. Bir de ne görelim "Aa! Tema amcaaa... "

Yine üstünde kırmızı kazağı, tatlı gülümsemesi, insanları selamlayarak kitap imzalıyor. Bende bu çok değerli ton ton dedenin imzasından ve gülümsemesinden mahrum kalmıyor, Neşe ablanın hediye ettiği Erozyon Dede kitabını imzalatıyorum :)

Erozyon Dede gözlerimin içine bakıyor. Bir dileğim var, diyor. İnşallah seninde benim gibi saçların beyazladığında, buruş buruş bir nine olduğunda güzel işler yapmış olursun...
...

İnşallah dedecim. Ama bu gencin çok şey planlayıp, az şey yapıyor. Senin yolundan gitmeyi çok istiyor ama istemek yetmiyor bunu da biliyor. Ve bu kendini geliştirmek için kalkıştığı işlerden bir tanesi de senin yolundan gitmek... Bunun için ve inandığı başka işler için uğraş veriyor ve senin dileğinle daha da bir güçlenen bu genç uğraş vermeye devam edecek. Daha çok okuyacak, daha çok çalışacak...

İçimdeki ölü ruhu dileğiyle dirilten çok değerli Hayrettin Karaca ve buna vesile olan Neşe Abla'ya teşekkürü bir borç bilirim.


26 Mart 2009

Kısa Bir Ara

Canım Blog'um,

Yapım aşamasındayım...

Yeni yurduma alışmaya çalışmakta, çürük(!) dişimle uğraşmakta, okula gidip gelmekte, harika bir kitaba başlamış bulunmakta, çok güzel yazılar okumaktayım. Bunun yanında kendimi geliştirmekle meşgulüm. Ve kendimi geliştirmek için kalkıştığım işler daha yarım yamalak olduğu için buraya yazmıyorum. Ama merak etme canım blog yazmayı bırakmadım. Senin küçük manevi kardeşin olan "Sevgili Defterim"e yazıyorum. O her şeyden haberdar fakat senin için bazı şeyler sürpriz olacak!..

12 Mart 2009

Gördüm. Duydum. Konuştum. =)

Çok sevgili canım blog okuyucuları,

İki gün önce beni çok heyecanlandıran ve mutlu eden bir olay oldu. Yurttan birkaç arkadaşımla Kenan Işık'ın sunduğu "Dünya Bir Oyun Sahnesi" programına gittik. Programın konukları Üç Maymun filminin başrol oyuncuları Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar ve Yavuz Bingöl'dü.

Efendim, program güzeldi. Ama yapaylığın her çeşidinden nefret ettiğim için ilk başta ortama adapte olmakta zorlandım. Yapaylık derken ışıklar, kameralar, kayıt denildiğinde insanların ister istemez tavrındaki değişimler... Ama Hatice Aslan ve Ahmet Rıfat Şungar gayet samimi ve mütevazılardı ki hepimizin gönlünde taht kurdular. Ve bizde onların bu samimiyeti ve doğallığından faydalanarak fotoğraf çektirdik, sorular sorduk. Programın en sonunda da konuklar hediyelerini dağıttı. Bu bölüm başta benim için kötü başlasa da Ahmet Rıfat Şungar' ın bana kalemini vermesiyle program son bulup, mutlu mesut yurduma döndüm.

Evet sevgili okuyucular. Özetle durum böyle. Ama detayları merak ediyorsanız okumaya devam edin. Yok bana bu kadarı yeter teşekkür ederim, kalemi de güle güle kullan, güzel yazılar yaz diyorsanız bende size sevgilerimi sunar, tekrar canım bloğuma beklerim.
...

Üç gün önce akşam odaya geldiğimde Buket arkadaşımın Dünya Bir Oyun Sahnesi programına seyirci götüreceğini öğrendim. Gitsem mi, gitmesem mi, Üç Maymun filminin oyuncuları da geliyormuş ama biyoloji dersim de var, vah tüh napsam ki derken o gün okula gidip biyoloji dersimin iptal olduğunu öğrenmemle programa gitmeye karar verdim.

Soldaki arkadaş derse gidiyor. Merve, Şeyma, Buket (soldan sağa) ve fotoğrafı çeken ben düştük yollara. Neyse ki efendim yoldan Gizem arkadaşımızı da alarak geldik stüdyoya. Oturduk minderlere.



Soldan sağa doğru Gizem'i Şeyma'yı Vişnesu'yu ( Bu arada Canım Blog ve okuyucular, adımın neden vişnesu olduğundan daha önce bahsetmedim dimi? Bir ara ondan da bahsederim.) ve Merve'yi görmektesiniz.

Neyse ki uzun bir bekleyişten sonra başladı program. Kayıt sözcüğüyle duruşlar, saç, baş düzeltildi. Konuklar Kenan Işık'la güzel güzel sohbet etti. Aralarda fotoğraf çektirmek için ayağa kalkmaya çalıştığımızda belden aşağımızın minderlerde kaldığını gördük ama ayaklarımız bize yine de engel olamadı.



Ayaklarımızı hissetmeye başladıktan sonra sohbet tekrar başladı. Biraz sonra biz seyirciler sorular sorduk. Ben de "Kendi hayatınızda görmeyen, duymayan, konuşmayan üç maymundan birini oynamak zorunda kalıyor musunuz?" diye bir soru sordum yani sormaya çalıştım ama heyecandan başka bir şey de sormuş olabilirim :)

Bir ara Kenan Işık filmi izleyen kaç kişi var diye sordu. Merve, Buket ve benden başka izleyen yoktu malesef. Bu tarz sanat filmlerinin pek izlenmediğini biliyorduk ama filmin oyuncularının konuk olduğu programa katılanların bile çoğunun izlememiş olmasını tahmin etmemiştim.

Gelelim benim için en güzel ve bu yazıyı yazmama neden olan ana. Programın sonunda oyuncular kendi kullandıkları eşyalarını seyircilere veriyorlardı. İlk başta Hatice Aslan'ın filmde giydiği elbiseyi gözüme kestirdim ama alamadım. Şanslı kız Merve aldı, neyse ki yabancıya gitmedi. Ve yurtta elbiseyi bol bol inceleme fırsatımız oldu :)

En son kendimi eli boş dönecekmiş gibi hissederken Ahmet Rıfat Şungar'ın da bir hediyesi olduğunu gördüm. Bu kalemi, yazmayı seven birine vermek istiyorum dedi ve bu seferki şanslı kız bendim, bana doğru geldi ve siz filmi de izlemiştiniz sanırım diyerek kalemini bana verdi :)


Dün akşam bir şeyler okuyup, bir yandan da bir şeyler yazarken Bahar geldi yanıma. O kalemle mi yazıyorsun sen, dedi. Kaleme baktı, silgiyi kullanmış mı hiç, diye sordu. Evet biraz iz var, dedim. Ne silmiş ki, dedi. Bilmem, hiç o açıdan bakmamıştım, dedim. Ama sonra düşününce ben de merak ettim.

20 Şubat 2009

Biyoloji Öğretmenliği değil Biyoloji Bölümü okuyorum!

Canım Blog,

"Akıl, yaşta değil baştaymış." gerçekten bunu anladım bugün. Neden mi?

Yaşını başını almış teyzelerim, amcalarım ne okuyorsun diye sorup, biyoloji dediğimde direk yaftayı yapıştırıp "Aman kızım iyi, ne güzel öğretmen olursun, tatili var, şusu var, busu var, iyi iyi. Bayan için çok iyi meslek. Oku kızım oku.." diyerek hayallerimi bir kenara atıp beni öğretmen yaptıklarında " Sağolun teyzecim, amcacım bakalım.." diyerek kenara çekilebiliyorum.

Amaaaa bana öğretmenlik yaftasını yapıştıran kendi kuşağımdan insanlar ise kenara çekilemem, kusura bakmayın.

Yolda yürürken veya internette veya başka bir yerde karşılaştığım kendi kuşağımdan insanlar "Aa, naptın ya nasılsın, ne okuyorsun?" sorularına verdiğim cevaba karşılık "Hımm. İyi ya öğretmen olursun." (Buradaki hımm ve iyi ya gibi ifadeler benim yerime üzüldüklerinin ifadesidir.) Veyahut "Hem sana öğretmenlik yakışır." gibi daha ben ağzımı açmadan, öğretmen olacağım bile demeden patavatsızca bir şey söylüyorlar ki sinirlenmemek elde değil! Arkadaşım, beni ne kadar tanıyorsun ki bana öğretmenliği yakıştırdın ve ayrıca kendinde bunu söyleme hakkını buluyorsun. Hani teyzelerimi, amcalarımı geçtim. Onların bir sürü maddi derdi var. Beni öğretmen yaparak kafaları rahat etti. Peki sana ne oluyor da bu kadar kolay hayallerime karışıyorsun!

Evet canım blog. Öğretmen olmak istemiyorum. Şöyle arazi ortamında gezeyim, tozayım, örnek toplayayım, araştırayım. Ohh mis gibi valla! Lakin ileride ne olacağını bilemem, belki de gerçekten öğretmen olurum. Ama daha önümde, bana ileride kısa gelecek uzun yıllarım var. Ve şu an için durum böyle.

Not: Bu arada öğretmenlik kötüdür demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Hatta sevilerek yapıldığında mükemmel bir iş. Zaten benim biyoloji okumamın en büyük nedeni öğretmenimin bana bu dersi sevdirmesidir.

18 Ocak 2009

Laboratuvar Deneyleri

Bu dönem hem fizik, hem kimya, hem de biyoloji labı vardı. Geçen hafta itibariyle hepsi bitti. Malum final haftasına girdik. Ühüühüü :( Ama ikinci dönem sadece biyoloji labı olacak ve fare, solucan filan kesecekmişiz. İşte blog yazıları asıl o zaman başlayacakmış =)

Biyoloji Laboratuvarı

Lab 1: İlk lab deneyimimiz olduğu için önce mikroskopla tanıştık. (Gerçi ortaokulda soğan zarı, lisede de saç teli incelemiştik (!) ama mikroskobu toplasam iki dakika anca görmüşümdür.) Meğer mikroskobu dolabından çıkarıp masaya koymanın bile bir tutuş şekli, adabı varmış. Az çok mikroskop nasıl kullanılır öğrendikten sonrada basit bir deneyle başladık:

Dil epitel hücrelerini inceliycez. Bunun için, lameli 45 derecelik açıyla dilimize sürttüğümüzde tükürükle birlikte aldığınız sıvıda, mikroskop altında incelemeye başladık.

Biraz sonra bize evrim dersi veren (o zamanlar daha dersimize girmiyordu. Ne zaman girecek çok merak ediyordum.) Yavuz Hoca geldi. Babacan tavrıyla "Nasıl gidiyor, gençler?" diye sordu. Masaları geziyordu ki benim yanımda durdu.

Mikroskobuma baktı. Çok iyi bir görüntü yakalamışsın, aferin dedi. Çok sevindim bende tabii :) Tek okülerli mikroskop kullandığımız için tek gözünüzü kapatmayın, ikisi de açık olsun o şekilde görmeye çalışın, zamanla alışırsınız dedi, alıştım.





Lab 2: Bu dersimizde bizim bölümün labında değilde botanik bahçesinin labındaydık. (6 hafta boyunca bitkiler üzerinde deney yapacaktık.) Ve bize bu sefer mikroskop diye devasa, son model Olympos'ları verdiklerinde çelişki içindeydim. Peki bu mikroskopsa lab1dekiler neydi? Yoksa birden level mi atladık? Derhal bu çelişkileri bir kenara atıp, bir an önce süppersonik mikroskobu incelemeye koyuldum.






Lab 3: Bu seferki labda mikroskopluk bir işimiz yok. Karbonhidratlar, proteinler, lipidler vs. incelenmesi. Birkaç çeşit deney düzeneğimiz var. Bunlardan birisi lipid incelenmesi. Portakal kabuğunda eterik yağın bulunduğun ispatına dair düzenek hazırlıyoruz. (Portakalı yiyor, kabuğunu bırakıyoruz.) Erlen mayerin içine portakal kabuğu ve su koyup, erleni de ispirto ocağının üstüne koyup, kaynatıyoruz. Erlene bağlı bir düzenek daha var. İşte böylece eterik yağ çıkışını gözlemliycez. Her şey normal yani. Bizim grup hazır, bekliyoruz, bir yandan da asistan bize sorular soruyor derken bir patlama! N'oluyor, bu ne, diye etrafımıza baktığımızda dördüncü masadaki grup saçları kabarık ve havada, yüzleri simsiyah is içinde, yüzlerinde ifadesiz bir bakış... Şaka şaka... Dördüncü masa ispirto içinde. İspirto ocağının ağzını çok mu sıkı kapatmışlar öyle bişey gaz sıkışmış ve ocak patlamış. Yani öyle önemli bir şey icat etmeye çalışırken olan bişey değil. Ama yinede bizim labda deney düzeneği patladı taam mı!

Not: Evde Denemeyiniz!

Lab 8: Altı hafta doldu. Tekrar bizim bölümün labındayız. Oyuncak mikroskoplar biraz hevesimizi kursağımızda bıraksa da gördüğüm çılgın paramesyumlar neşemi yerine getirdi. Aslında o gün amipte görecektik ama ortam soğuk olduğundan ötürü göremedik. Ortamın yeterli sıcaklıkta olması gerekiyormuş. Amipler biraz rahatına düşkün galiba. Ama paramesyumlar öyle mi. O ne trafikti öyle. Kıpır kıpır sürekli birbirlerine çarpıyorlar, çok tatlılar. Yerim sizi paramesyumlar =)

Lab 9: Mitoz ve Mayoz Bölünme

Hani hep kitaplarda gördüğümüz "Profesör Meta Annesini Telofanla aradı"daki profaz, metafaz, anafaz ve telofaz evreleri var ya. Onlar gerçekten varmış. Gözlerimle gördüm. Muhteşemdi. Hücre, ne enteresan bir şey.



Lab 10: Segmentasyon ve Gastrulasyon

Şimdi bu olay, yumurtanın döllendikten sonra embriyonun ilk evrelerini meydana getirmek için bölünmeye başlamasıyla oluşan evrelerdir.

Asistanın getirdiği hazır preparatlardan ben 2-4 blastomerli evreyi aldım. Mikroskopta incelerken 2 ve 4 blastomerli evrelerin yanında eşantiyon olarak gastrula oluşumu da gördüm. Çok sevindim :)