26 Kasım 2010

Kuzey Doğa Derneği'nde Gönüllü Çalışma

Canım blogum,

Şimdi anlatacağım maceranın üzerinden bir buçuk ay geçti. Bir buçuk aydır ha yazdı ha yazıyor diye beklediniz başka bloğa ondan gitmediniz biliyorum. Çok sağolun :) O zaman buyrun:

Ekürim Meryem'le Kuzey Doğa Derneği'nin çalışmalarına katılmak, en önemlisi kuş halkalama çalışmasını yakından görmek, kuş gözlemi nasıl yapılıyormuş deneyimlemek için 14 eylül'de öğlen vakti yola çıktık Türkiye'nin en batısından en doğusuna: İstanbul'dan Kars'a.


Aslında 14 eylül sabahına uyandığımızda Meryem ve ben, daha okulda kayıt yenileme işini halledememiş, resmen okul hayatımızı sabote edeyazmıştık. Bizim cağnım bilgi çağında öncü(!) okulumuz sağolsun internet gibi zararlı bir araçla (misal yütüb) tanışmadığı için kaydımızı tee 15 saatlik memleketimizden gelerek yapıyoruz. Hatta kayıt yapmamız için bize sadece bir gün veriyor, ki o gün gelemezsen stresten kanser ol diye :( İşte bizim de kayıt günümüz ayın 15'inde olduğu halde şansımızında etkisiyle ayın 14'ünde, stres ve 2 gün uğraş sonucunda okul kaydımızı yapmayı başarabildik. Ama inanın yapamaya da bilirdik! Velhasılı kelam demek istediğim cağnı gönülden, hoplaya zıplaya gitmek istediğimiz bu çalışma karşısına böyle engeller çıkınca (aileden izin koparma işini hiç saymıyorum) bu macera daha da bir tadından yenmez oluyor, 'hadi ya hadi ya bir an önce varalım artık' diyerek gidiyorduk otobüste.

23 saat süren bu otobüs yolculuğumuz süresince bize sürekli gülümseyen bir muavin, önümüzde tüm yol boyunca kusan, yanımızda her daim bizi izleyen, arkamızda taa Kars'a kamp için gitmemizi saçma bulup, bunu kendine dert edinen teyzeler ve sayısız detay bize eşlik etti. Doğu'ya ilk defa gidecek olan biz heyecanlı kızceğizler ise hepsine gülümsüyor idik.

Nihayet Kars'a varıp proje evine ulaştığımızda Önder ile tanıştık. (Buraya gelmeden önce e-postalaştığımız Kuzey Doğa Derneği Projeler Koordinatörü) Rahatımıza bakmamızı söyledi -ki sonradan da fark ettim ki burası kendin olabildiğin çok rahat bir yerdi. Sonra gönüllü arkadaş Kasım geldi, o da biyoloji okuyordu Odtü'de. Kuş gözlemciliğinden, okuldan filan konuştukça biz iyice adapte olmaya başladık oraya. (Kasım, ODTÜ Kuş Gözlem Topluluğu Başkanı ve kusgözlem.org sitesinin kurucusuymuştu.)

Kısa bir zaman sonra derneğin karizmatik arabasıyla Kanada'dan gelecek olan Lee'yi almaya havaalanına gittik. Giderken yolda kimi gördük dersiniz? Çağan Şekercioğlu :( (Pek çok insan gibi hayranlık duyuyorum ben de, görünce çok heyecanlandım. Zira bundan 2 yıl önce yanılmıyorsam Atlas dergisinde okuduğum bir yazısıyla kendisini merak ettiğim, internette bakınca okuduğum her yazı üzerine hayranlığımın kat ve kat arttığı, en son Kuzey Doğa Derneği'ni kurmuş olduğunu öğrenmem üzerine bu hayranlığın ve takdirin en üst düzeye ulaşmasına neden olmuş harika başarılı bir bilim insanıydı o. Hatta bence, özellikle her biyoloji öğrencisinin model alması gereken bir insan. Benim kuşlara merakım Çağan Hoca'nın yazdıklarından/yaptıklarından etkilenmem ile başladı sevgili okurlar.)

Havaalanından Lee'yi aldık, Önder bizi Tuzluca servisine bindirdi. Sallana sallana yurdum kasaba yollarından Tuzluca'ya vardık. Varana kadar rahatsız ama çok sevdiğim otobüste şekerleme yaptım. Tuzluca'dan da bizi Soner ve John aldı. Soner ODTÜ Biyoloji'den yeni mezun olmuş dernek çalışanı, epey bir zamandırda kuş gözlemcisiymiş. John ise eşi Janet ile gönüllü olarak buraya gelmişler. İki de kuş halkacısı, ingiliz. Bir evleri var ki herkesi hasedinden çatlatır :(

John&Janet'in yürüyen evi :(


Gelir gelmez Soner bize etrafı gezdirdi, kuş gözlemi yaptık. Tepemizde arı kuşları, gri balıkçıllar, küçük ak balıkçıllar uçuyordu. Dürbünle ilk kez onlara bakıyordum bende, hiç birini ayırt edemiyordum, ilk kuş gözlemi arazimdi ama bağımlılık yapacağa benziyordu. Mutluluktan ölebilirdim. Ama bu da yetmedi, Soner bizi sonra ağlara götürdü. Saat 18:00 olmuştu. Saat başı ağlar kontrol ediliyordu burada, 6 arazisini yapmak için ağlara gittik. Tepemde uçan arı kuşlarının heyecanı yetmiyormuş gibi, ağa da bir arı kuşu takılmıştı. Ağdan nasıl çıkarılır bir kuş onu öğrendik, bez torbaya koyduk, kontrole devam ettik. Bir sonraki ağda kamış bülbülü bizi bekliyordu. Soner bize de öğretti nasıl çıkarmamız gerektiğini ama daha çok çalışmamız gerekiyordu. Onu da torbaya koyup karavana gittik. Sedat, -derneğin halkacısı- getirdiğimiz kuşlara halka takıyor, verileri söylüyor, gönüllülerden biri de bu verileri deftere kaydediyor. (Kilo, kanat uzunluğu,dişi veya erkek olduğu, yağ skoru vs.) John ve Janet'ta yardım ediyordu.

Arı kuşu ile Meryem


Evet canım bloğum, bir günden daha uzun süredir yollarda olan biz kızceğizler Çağan Şekercioğlu'nu görme, Kars'dan Iğdır Aras İstasyonuna pek otantik yollarla gelme, gelir gelmez dürbünlerle kuş gözlemine çıkma, etraftaki doğal güzelliğe inanama, kendi ülke sınırlarım içinde böyle kuşların varlığından yeni haberdar olma, halkalama çalışmasını izleme, pek çok kişiyle tanışma gibi kısa zamanda çok büyük işler başarmıştık ancak artık sarhoş gibiydik. O akşam bir diğer gönüllü Merve -ki sonradan bizim annemiz oldu- bize bir ziyafet hazırladı. Ağ son kontrolu saat 20.00 de yapılıyordu. Son kontrolden sonra Sedat, Merve, John, Janet, Yakup, Soner, Mehmet, Lee, Meryem ve ben kalabalık bir aile gibi yemek yedik. Elektriğimiz yok, gaz lambamız var. Etrafta medeniyet dediğimiz binalar yok. Sadece biz, uyuyan kuşlar, ay, yıldızlar. Mutlu olmamız için yeterli bir sebep. Yemekten ve tatlı-çay faslından sonra 10 dk yürüyüş mesafesinde olan evimize taşların ve sazlıkların arasından hoplaya zıplaya uyumaya gittik. Ne kadar tatlı bir uyku olduğunu tahmin edersiniz.

Ve ne tatlı bir uyanış olduğunu. Sabah 5'te at sesleriyle uyanmak. Gözlerini ovuşturarak kalktığında sabah ayazını yiyip kendine gelmek ve kuşların senden çok daha önce uyandığını görmek...

Saat 6'da ilk kontrolü yapıyoruz. Güneş sıcaklığını yoğun bir şekilde hissettirene kadar -yani saat 9-10'a kadar- çok fazla kuş çıkartıyoruz ağlardan. Hatta bazı şanslı günlerimizde Sedat'ın getirdiğimiz tüm kuşları halkaladığını göremeden öbür saat başı kontrolüne gitmek durumunda kalıyoruz. Ve hattaaaa bazı bazı şanslı günlerimizde çok iyi bir gönüllü olursak şöyle şahane bir şey bile görebiliyoruz:

Yalıçapkını'm. En sevdiğim!




Kuş yoğunluğu azaldığında biz de kurt gibi acıkmış oluyoruz. Amaa anne kuş Merve'miz yavru kuşları için nefis şeyler hazırlamış oluyor bile:


Derken derken günler geçerken çekirdek aile oluyoruz: Ben, Merve, Sedat, Meryem ve Fotoğrafı çeken Lee


Biraz daha zaman geçiyor büyüyor, geniş bir aile oluyoruz: Efe, Merve, Sedat, ben, Aslı, Lee ve fotoğrafı çeken Meryem


Buranın havasından mı, suyundan mı, insanlarından mı nedir birbirini kırk yıldır tanıyormuşçasına seviyorsun buradaki insanları. Ve hepsini tanıdığıma o kadar memnunum ki, buradakiler diğer yerlerden çok daha farklı! Bunu nasıl söyleyebiliyorum? Bakınız: Bilgesu'nun Çıralı'da hovarda gençliğe karşı verdiği savaş

Konuklarımızın bazıları
Bazen çok asabi konuklarımız geliyor buraya, yalıçapkını gibi


Bütün kaprisini çekiyoruz, çünkü onlar vel-i nimetimiz


Ancak yine de yaranamıyoruz, elimizden uçup gidiyorlar :(


Bazen de sevimli görünümünün altında bir canavar yatan örümcek kuşu'nu misafir ediyoruz. İlk tanıştığınız da 'ay çok kibar, elimi öpecek galiba' diye düşünürken etinizi koparayazıverebiliyorlar, mazallah :(


Bazı misafirlerimiz de o kadar az uğruyor ki, heyecanlanıveriyoruz


Çünki şu yakışıklılığın ve duruşun karşısında heyecanlanmamanın mimkinağtı yok


Ve bu yüzden arkalarından bakakalıyoruz


Daimi konuklarımız da yok değil. Mavigerdanlar günde 23278 kere geliyorlar, sağolsunlar


Konuklarımızla ilgilenmenin yanısıra;

Çamaşırımızı, bulaşığımızı yıkama; evimizi, karavanımızı temizleme (ki derneğe ilk gittiğimde dikkatimi çeken bir yazı vardı ve bence de çok doğruydu. Cümlenin orjinalini hatırlayamasam da şöyle bir şeydi: "Gönüllüler bulaşık yıkama, ev temizleme gibi işlere yardımcı olsunlar ki dernek çalışanları doğa korumaya daha fazla vakit ayırabilsinler."


Ağların onarımı


Kuş gözlemine çıkma ve bunun yanı sıra birçok hayvan ve bitki türünü inceleme


Lee'nin Aras Nehri'nde yüzmesi ve Meryem'in ayağım suya değsin yeterli demesi


Aras Nehri kenarında dolaşma ve obsidyen taşlarıyla tanışma




Lee'den 'Dreamcatcher' yapımını öğrenme


Komedi şakası şeyler izleyerek eğlenme



Ne fotoğraflarla, ne yazarak tam olarak anlatamayacağım Aras'da geçirdiğim unutulmaz bir haftadan sonra derneğin diğer işlerine yardımcı olmak için Kars'a proje evine döndük Meryem'le. Bu sefer de bizi çok farklı bir macera bekliyordu. Ve yine unutulmaz, dolu dolu, bir sürü güzel insanla tanışmama vesile olan bir hafta yaşadım. Onun da özeti şöyle:

Anketör Bilgusu ve Köyün bakkaliyesi (Yaban Hayatı ile ilgili anket çalışmasına yardım ettik 1 hafta boyunca'da. Sarıkamış'daki köyleri tek tek gezdik. Harika bir deneyimdi.)


Ve Sarıkamış Çöplüğü'nde ayı gözledik. O gün tam 12 tane ayı gördük gittiğimizde!


Dönerken araba bozuldu. Ama bütün işlere yetişen ve bir saniye telefonu susmayan süper kahraman Emrah'ın elinden kurtulamadı. (Güler, Lale, Ayşe)


Dernek gönüllüsü Yavuz'un (ki kendisi bisikletçi ve harika doğa fotoğrafları çekiyor :() doğum gününü bile kutladık ve o gün Özgün(o da dernek gönüllüsü) yan flüt çaldı, Aras'da çütre olsam, Kuyucuk'da angıt olsam diye günün anlam ve önemini belirten harika bir şarkıya imza attı. Derneğin şarkısı bile olabilir bence bu :)




Kısa bir süreliğine de olsa Kuyucuk'a gittik. Siz göremiyorsunuz ama gölün üstü tamamen kuşlarla kaplıydı.


Anketleri yaparken (Köydeki teyzelerimiz sağolsun bizi hep tandır ekmeği ve köy peyniri ile uğurluyordu :))




Köylere sağlık taraması için gönüllü gelen doktorlara Kuzey Doğa Derneği'nin çalışmalarını anlattı Emrah. Hatta o gün Boğaziçi Üni. Mağaracılık Kulübü'nden yarasacı arkadaşlar da vardı, onlar da bloğunda söylemişler: "Derneğin yaptıkları yazmakla bitmez!" O yüzden derneğin sayfasını okuyun, bununla yetinmeyin, gidin görün deneyimleyin!


Ve derneğin diğer bir projesi: Kırkyama Tekniği'nin köylülere öğretilmesi, kaz tüyünün kullanılması ve bu işin onlara bir gelir kaynağı olması için kurs başlatıldı. Biz de pek çok köy dolaşıp, köyün genç kızlarını kursa çağırdık. Ancak onların böyle babaları ve abileri oldukça hayatları çok zor :(


Anketleri bitirdik! Ve bu verileri daha sonra tek tek bilgisayara girdik. Meryem, ben, Ayşe ve fotoğrafı çeken Mizgin


Onca öğrendiğim şey ve tanıdığım müthiş insanlarla geçen dopdolu 15 gün sonunda mutlulukla karışık bir üzüntüyle İstanbul'a okulumuza döndük. Okula 2 hafta geç başlamış olsak da hiç bir pişmanlık yaşamadım!


Unutmadan şunları da söyleyeyim: Şolohov'un Durgun Don romanına hayran bir bozkır insanı olarak Kars'ın ve Iğdır'ın bitki örtüsüne, o bozkır da yabani atların dolaşmasına, küçücük bir su birikintisinin etrafında bile çeşit çeşit kuşların toplanmasına, sürü halinde kuşların uçuşmasına ayrıca hayran kaldım. Ve şunu farkettim, beni gerçekten mutlu eden şey bozkır ve kuşlardı. Bu çalışma umuyorum, benim için kuş gözlemciliğine bir adım olur... (Ayrıca 50'ye yakın kuş türü gördüm, biliyorum artık. Kertikçi olmak için iyi bir başlangıç bence :))

Her şey için çok teşekkürler Kuzey Doğa Derneği! Siz benim daha önce gönüllü olduğum derneklerden, vakıflardan çok daha farklısınız. İyi ki varsınız ve ben iyi ki gelmişim. Ve yine geleceğim :)

O kadar çok şey yaşadım ki hepsini anlatmam mümkün olamadı, duygularımı anlatmakta da çok zorlandım. Hatta en çok zorlandığım blog yazım bu oldu. Ama ne kadar mutlu olduğumu ve orayı hala çok özlüyor olduğumu anladın di mi bloğum?


Ayrıca bakınız: Kuzey Doğa Derneği Sitesi
Kuzey Doğa Derneği'nin çalışmalarını anlatan belgesel
15 gün boyunca çektiğim fotoğraflardan bazıları(facebook)

Not: Burada gördüğünüz fotoğrafların bazılar bana ait değil. Fotoğrafları benimle paylaştıkları için Aslı ve Lee ve Mizgin'e çok teşekkür ederim.

17 Ağustos 2010

Çıralı - Deniz Kaplumbağası Araştırma, İzleme ve Koruma Çalışması

Cağnım Bloğum,

2. Sınıfı da alnımın akıyla bitirdim, merak etmeyesin. Biyolog olmak için başladığım macerada yolun yarısı gitti, yarısı kaldı. (Biliyorum asıl macera mezun olduktan sonra başlayacak, haklısınız, tamam tamaaam.) Ama işte ben bu başladığım macerada çok güzel bir şey yaptım! Buraya gittim :) 15 gün kalıp, çalışmalara katıldım. Hem çok güzel insanlar tanıdım, hem de sinir bozucu insanlarla nasıl birlikte yaşamaya dayanılır aynı kampta, çadırda onları öğrendim. Mezun olunca sistematik zooloji çalışmak isteyen biri olarak da ilk arazi çalışmama çıkmış oldum. Ve bu yüzden unutamayacağım bir deneyimdi. Ailemi de zor ikna etmiştim, bu açıdan da değerliydi.

Ben Alanya'da yaşıyorum. Bu deniz kaplumbağa koruma çalışması (yukarıdaki linkte görüldüğü üzre) bana çok yakın zaten. Antalya- Çıralı'da. Bir cennette yani.

Öncelikle buraya gitmem nasıl oldu, kime başvurdum, sonrasında n'aptım n'ettim onlardan bahsetmek istiyorum. Çünkü ilk defa böyle bir çalışmaya gidecek ve kampta kalacak biri için gayet kafa karıştırıcı ve heyecan dolu bir durum, ben gitmeden önce öyleydim, kendimden biliyorum. Şöyle başlayayım, ben Doğal Hayatı Koruma Vakfı üyesiyim. Ve elimden geldiğince çalışmalarına katılıyorum. Mart ayında da stantta üye toplama, ürünlerini satarak bağış toplama ve bilgilendirme gibi işler için gönüllü çalışmıştım. O gün "Siz de bir deniz kaplumbağası evlat edinin!" diye insanların önüne atlamış, Akyatan ve Çıralı'da yürütülen koruma çalışması için bağış toplamıştık arkadaşlarımla. Bu esnada bende Pınar Abla'dan oradaki çalışmalar hakkında daha fazla bilgi edinmiştim. O, oradaki gönüllüleri ve yaşadığı deneyimleri de aktardıkça... Anladınız işte, duramadım! Ayşe Hanım'ın kapısını çaldık arkadaşlarımla daha sonraki gün. Uzuun uzuun konuştuk. Oraya daha önce gelen bazı gönüllülerden ötürü canları sıkıldığı için titiz davranmak istiyordu Ayşe Hanım doğal olarak. Çadırda kalmaktan, uyku tulumunda yatmaktan, gece çok geç yatıp, sabah erken kalkmaktan bahsediyordu. Ama ben çok istiyordum, kararlıydım. İzcilik anılarımdan girdim, vakıfta, kulüpte çalışarak az çok gönüllüğü öğrendiğimden devam ettim, zaten ben bilim insanı olup arazilerde yatıp kalkmak istiyorumdan çıktım derken... Uygun bir tarih ayarlayınca oraya gidiverdim.

7 Temmuz Çarşamba sabahı benim için heyecan doluydu. Sabah 5'de alarm çalmadan uyandım. Valizim hazırdı, uyku tulumumu da almıştım. Ve babamla birlikte yola çıktık. Hem ben oraya rahatça ulaşacaktım hem de babamın içi rahat edecekti böylece. Oraya vardığımız da alan sorumlusu Tuncay Bey(ki orada kaldıktan sonra Tuncay Abi oldu benim için) bizi karşıladı. Biraz oturduktan sonra babam işine döndü. Bense Tuncay Abi'nin bana verdiği bisikletle manzara izleyerek, aynı zamanda şarkı mırıldanarak kamp alanına doğru yola koyuldum. O gün, biraz olaylı da olsa gönüllü arkadaşlarla tanıştım: Bir kamp sorumlusu ve üç gönüllü. İlk düşündüğüm şey "Bu üçüyle anlaşabilecek miyim?" oldu. Zira benim için biraz ilginç tiplerdi.

Aynı günün gecesinde, ilk arazime çıktım. Ya bir dakika ya bir dakikaaağğ! Artık sakin sakin yazamıycam. -Çok afedersiniz, biraz bağırıcam burda- Sahile çıkar çıkmaz yanımda koskocaman bir anne Caretta caretta gördüm HIYAAAĞĞ!!! İnanabiliyor musunuuğğzz? Hava çok karanlıktı, ay yoktu. Yan tarafımda bir karartı fark ettim, bu ne diye sordum Serhat'a. Feneri yakar yakmaz, gördüğüm manzara karşısında aklım çıktı mutluluktan. Benden tamamen farklı bir canlı, koskocaman, ama bi sevilesi bi sevilesi.. Markalama işlemini de ilk arazimda görmüş oldum böylece. Ve ne kadar şanslı bir insan olduğum da bir topluluk tarafından kabul edilmiş oldu yine, ehem. Bazıları var ki 15 gün kalıyor, anaç kaplumbağa göremeden dönüyorlarmış bloğum, yaa.

Bu mutlu haberi günlüğüme kaydettim. Hem yorgun olduğumdan hem de sabah çok erken kalkıp araziye gideceğimiz için, uyku tulumumda rahatlık aramadan uyuyuverdim.

Yorgun olduğum halde sabah uyanmak hiç de zor olmadı. Böyle yerlerde biyolojik bir alarm söz konusu.

İlk sabah arazimi yapmak üzere gözlerimi ovuştura ovuştura sahile doğru yürüdüm. Hava mis gibiydi. Nefes almak zaten farkında olmadan yaptığımız bir eylemken, burada sabahları nefes almak bir zevk haline dönüşüyordu. Ve güneş doğuyordu, çarşaf gibiydi deniz, nasıl da berraktı. Ve ben işte böyle bir yerde, şimdi kaplumbağa izlerini takip ederek yuva aramaya çıkacaktım. Ölçümleri yapıp, kayıtları tutup, oraya kafes koyacaktık. Arada sırada denizde görünen kaplumbağalara gülümseyecek, "Evet dostum, yuvan kontrol altında, sağsağlim göndereceğiz o kerataları yanına!" diye bir selam çakacaktım. Ve görevin sonunda da denize teslim olup, aylarca hayalini kurduğum anı gerçek kılacaktım...



İkindiye doğru ben yine denizdeyken bir haber geldi. Koşa koşa gittik. Ölü bir Chelonia mydas kıyıya vurmuştu, feci görünüyordu. Muhtemelen üzerinden bir tekne geçmiş, karapaksı paramparça ve öleli olmuştu baya. Normalde burada sadece Caretta caretta çıkıyor, bu vesileyle C. mydas görmüş olsam da, böyle olsun istemezdim. (Fotoğrafını çekmiş olsam da, size de fotoğrafını göstermek istemem sevgili okuyucu.) Ölçümler yapıldı, bu kadar büyük ve ağır bir şeyi taşıyıp gömmek epey zor oldu. (Chelonia mydas, Caretta caretta'dan daha büyük oluyor ve de)

Geceleyin yine arazi çalışması. Burada yani Çıralı'daki çalışmalar daha çok koruma amaçlı. Asıl bilimsel çalışma Akyatan'da yürütülüyor. Biz geceleyin insanları sahilden çıkarmak için uğraşıyoruz daha çok. Burası da pansiyon ve otel dolu olduğu için her gece insanlara (yerli ve yabancı) burasının deniz kaplumbağalarının yuvalama alanı olduğunu ve yavruların da yuvadan çıkıp denize gittiklerini anlatıyor, onları yukarı tarafa, şezlonglara yönlendiriyoruz, ışık yakmamaları için uyarıyoruz. Çoğu insan bu konuda bilinçli olduğu için pek bir sorun çıkmıyor ama arada bizi kandırmaya çalışanlar ve burada hayvanları koruyacağınıza, o kadar yardıma ihtiyacı olan insan var asıl onları korusanıza diyen pek duyarlı vatandaşlarımız da olmuyor değil.

Evet sevgili canım blog'um. Benim bir günüm bu şekildeydi. 15 gün boyunca da zamanım genelde şu şekilde geçti:

-Sabah arazisine ve gece arazisine çıkmak


Tuncay Abi ile sabah arazisi

-2.5 km uzaklıkta bulunan restoranımızda Teslime Teyzem'in yemeklerini yemek. Şikayetçi olduğumdan belirtmedim uzaklığı yanlış anlaşılmasın, aksine gayet memnundum. Zira böyle bir yerde yürümek çok hoştu. (Yemeğe geç kalınca otostop yaptığımı inkar etmiyorum tabi)

Yalnız günde en az 5 km ortalama da 10-15 km yürüdüğümü belirtmek isterim. Bacak kası yaptım, pek iyi oldu.

-Günde 2 öğün denize girmek

-Mıntıka temizliği

Kamp alanı (Fotoğraf Şeyda'dan)

-Her gün soğuk duşla nereye kadar diyip civardaki bir restoranın sıcak su akan duşunu kullanmaya çalışmak. Adam doğal olarak bizi istemiyordu.

-Kağıt, tavla oynamak, zeka sorusu sormak gibi aktivitelerle portakal suyu kazanmak/kaybetmek

-Hamakta kitap okumak, günlük yazmak


-Şekerleme yapmak nadiren de olsa (Gündüzleri uyumayı beceremeyen bir insanım. Gece sadece 4 saat uyuyunca, gündüz de uyuyamayınca. Günlerce 4 saatlik uykuyla durmuş olsam da, bu durum pek etkilemedi beni. Peki ya İstanbul'da 4 saatlik uykuyla durmuş olsam yalnızca bir gün?)

-Köyün içinde bisikletle turlamak, yolda rastladığım dostlara(kirpi olur, yengeç olur, bukalemun olur, envai çeşit böcek olur, kuşlar olur, denişik bitki kardeşlerimiz olur, olur da olur) merhaba demek

Ehe ehe, merhaba cici örümcek

-Serhat ve Durmuş'la atışmak :)

Bunlardan öte ve bunlardan ziyade yaşadığım en önemli deneyimlerden birisi de normal hayatta arkadaş olacağımı hiç sanmadığım insanlarla aynı yerde yaşayıp, aynı şeyleri paylaşmak oldu. Bu durum yaşadığım yurt hayatlarında da pek çok kez başıma gelmiş olsa da -hiç abartmadan söylüyorum- bu sefer gerçekten dayanılmaz bir boyuta ulaşmıştı. O üçü, aynı üniversitede aynı sınıftalardı (Gruplaşma olmak zorunda değildi ama bu durumda kaçınılmazdı da). Ben onlardan daha sonra gelmiştim. Ve ben kocaman hayallerimle, kendimi harap edene kadar çalışmaya gelmiştim ayrıca. Aynı düşünceleri paylaştığım insanlar olur, birbirimize bir şeyler katarız, çalışmak keyifli olur diye düşünmüştüm. Onlar ise tatile gelmişlerdi, macera arıyorlardı. Gece yatmıyor, sabah kalkmıyor, kamp hayatı nasıl olmalı zerre bilmiyorlardı. Hiç bir şeyden memnun kalmıyorlar, arazi çalışmalarında benimde hevesimi kursağımda bırakıyorlardı. Buraya geleli o kadar zaman olduğu halde hala araziye gelirken eşyaları unutuyorlar, dakika başı sigara içtikleri için hiç bir zaman zamanında çıkmıyorlardı. Bense böyle anlamlı bir çalışmaya gönüllü gelecek olanların bu kadar basit bir anlayıştan yoksun olacaklarına (hele ki biyoloji bölümünde okuyup, kazık kadar olmuşlarsa) ihtimal vermediğimden yaşadığım hayal kırıklığının boyutu epey büyük olmuştu ve sinir katsayımında... Sabrediyordum. Sadece yavru Caretta caretta'lar hala yuvadan çıkmaya başlamadığı için. Onları görüp öyle gideyim hiç değilse diyorken... Bir gün çadırda da artık huzurla uyuyamamaya başlayınca tasımı tarağımı toplayıp gitmeye karar verdim. Ama sonrasında her şey bir yeşilçam sahnesi gibi gelişti. Çalışkan, iyi yürekli kızımız tek başınaydı. Kötü adamlar onunla dalga geçiyor, onu bu kadar istekli olduğu için "saf" olarak görüyorlardı. Kızımız belli etmese de üzülüyordu, ama yaptığının doğru olduğuna emindi, onlar gibi olmaya niyeti yoktu. O inandığı ve değişmediği içinde adalet gelmekte gecikmedi (biraz gecikmiş de olabilir). Pek müthiş insanlar kötü adamlara dersini verdi(bukua bukua :P), apar topar gönderildiler. Halbuki iyi yürekli kızımız önceki gece valizini bile toplamıştı, çünkü ne kadar konuşursa konuşsun karşıdakilerin tek bir cümle bile anlayıp düzelmeyeceğine emindi. Kendisi gitmeye kafasına koymuşken bu sürpriz gelişmeyle bir yeşilçam filmi (Filmin adı da Bilgesucuk hovarda gençliğe karşı) daha mutlu sonla bitmiş oldu. Bilgesu erdi muradına, kavuştu Caretta caretta'larına.


Zaten nasıl bırakılır da gidilir ki bunlar..

Çok tatlılardı, şöyle güzellerdi, böyle harika bir duyguydu demektense şunu söyleyebilirim. O yavruları gördüğüm ilk gün(11. günümde gördüm) içimde çok çok acayip bir duygu açığa çıktı: Annelik iç güdüsü, evet. Mesela:

Bazı anne kaplumbağalar denize çok yakın bir kumluk alana yumurtalarını bırakıyorlar. Orası da çok taşlı olduğu için yavruların çıkması için sıkıntı yaratıyor. Serhat ile de aramızda bu konu ile ilgili şöyle bir diyolog geçti sabah arazide:

Ben: Buradan yavrular nasıl çıkacak? Bu taşlar sıkıntı yaratmaz mı?
Serhat(2 yıl Dalyan'da ki çalışmalarda da çalışmış yeni mezun biyolog): O taşlara takılıp çıkamayan, ölen yavrular olabilir tabi, bir sorun yaratabilir.
Ben: Ee niye oraya yumurtlamış o zaman? Gece boyunca sahili tarıyor, yumurtlayacak daha güzel bir yer seçebilirdi. Ressmen yavrularını ölüme terketmiş ya!
Serhat: Bir bildiği vardır heralde :)
Ben: Umarım bir bildiği vardır! Yoksa onun saçını başını yolarım!
Serhat: ?!
Ben: (Denize doğru dönerek) Hanııım hanııım öyle yumurtlamakla olmuyor, olmaz! Bu çocukların geleceğini düşüneceksin. Nasıl çıkacak, nasıl büyüyecek? Plan proğram yapacaksın. Tamam denize yakın yapmışsın da... Allasen bi bak ama bi bak, nereye yapmışsın? Hey yareppim ya...
Serhat: ?!#% :)
Ben: Sen anlamazsın. Annelik şeysi bunlar. Buranın taşını temizlerim ben, bütün gün otururum buranın başında olmadı. Bakarım ben o yavrulara. (fırk)


Mesela bu gördüklerimin en küçüğüydü.


Bu da çok rahat ulaştı denize mesela. Kendinden emin bir havası vardı. Kerattaların "en cool'u" ilan ettim bunu orada.


"Hadi kızlaaar! Kıpırdayan biraz." diye seslenen keratamız koşar adım denize ulaşmışken, diğer ikisini canlandırmak epey zor olmuştu. İte kaka ulaştırdım desem yeri var. Gece boyunca çok yorulmuş olsalar gerek.

Hala arada bir hepsinin fotoğrafına tekrar bakıyorum. Hepsi ayrı ayrı hafızamda. Denize nasıl ulaştılar filan. Hepsinin de kendine özgü bir mizacı vardı, farkındayım.

Buraya gitmemin bir diğer güzelliği ise Oğuz Hoca ve Metin Hoca ile tanışma fırsatı bulmuş olmam. Oğuz Hoca Akyatan'daki çalışmaları yürütüyor. Metin Hoca ise Türkiye'de üniversite yıllarında deniz kaplumbağası koruma çalışmalarına katılmış, şimdi ise bambaşka bir alanda Amerika'da. Hazır Türkiye'ye gelmişken Çıralı'da tatil yapıyormuş, gece araziden geldiğimde yanımıza uğradı. Pek çok doğa bilimci gibi müzik (Web sayfasından bakabilirsiniz. Ney çalıyor ve topluluklarıyla birlikte çaldığı kayıtları keyifle dinledim ben, harika!) ve fotoğrafçılıkla ilgileniyormuş, onlardan, anılarından bahsetti. Gece gece hoş bir sohbetti. Bir yandan da koyduğu fotoğraf makinesi yıldızları çekiyordu. Ben mezun olunca yapmak istediklerimden bahsettim, olumlu bir tepki alınca yapmak istediklerim üzerine yeni hayaller ekledim. İki hocayla tanışmak, kasılıp sıkılmadan sohbet etmek gerçekten güzeldi. Bizimle samimice konuşmalarına ayrıca hayran kaldım.

İşte böyle canım bloğum. Unutamayacağım bir 15 gündü. Özellikle de o ilk yavru kaplumbağaların yuvadan çıkışı, denize ulaşmaları, benim annelik iç güdülerimin açığa çıkması filan unutulmazdı sahi. Bir de oradaki insanların bizi kaplumbağacılar diye sevmesi, gördükleri yerde selam vermesi, sahiplenmesi güzeldi ya.

Epey uzuun bir aradan sonra bloğuma uzun soluklu bir yazı yazdım. Nasıl yaptım ben de bilmiyorum :) Bu yazıyı kamptan gelir gelmez yazmak istiyordum ama ihmalkar davrandığım için bugüne yazabildim. Ancak 15 gün boyunca günü gününe günlük tuttuğum ve buraya bunları yazarken de günlüğümden faydalandığım için buradaki duygu ve düşüncelerimin hala taze olduğunu belirtmek isterim.

Unuttuğum ve atladığım bir şeyler olmuş olabilir belki. Eklemek ve sormak istediğiniz bir detay olursa yorum yazmaktan çekinmeyin. Caretta caretta ve Çıralı hakkında daha fazla bilgi vermek isterdim ancak yazı daha fazla uzasın istemiyorum. Onlarla ilgili bilgileri vikipedi'den okumanızı öneririm, bende ondan pek farklı bir şey söylemeyecektim çünkü.

Çıralı fotoğraf albümüme bakmak isterseniz, şöyle gelebilirsiniz. Albümün gizliliğini sizler için kaldırdım. (Yasaklar olmayaydı Picasa'dan gösterecektim ama herkeşin özgürlüğü bi olmuyo işte :()

Selam kuşağı: Alan sorumlumuz Tuncay Abi ve gönüllü çalışan eşi Arzu Abla'ya, nefis gözlemeleri ve yemekleriyle bizi bir anne gibi besleyen, koruyup kollayan Teslime Teyzem'e, ileride istediği butik oteli kuracağına inandığım Durmuş'a (ki şuanda da Caretta Caretta adında çok şirin bir Pansiyon&Restaurant'ı işletiyor), karnım ağrıdığında bana maydanoz çayı yapan çok sevgili Tülay'a, her zaman düşenceli olan Bahri Amcam'a, dünyanın en iyi kalpli insanı Şaban Abi'ye(balık tutmaya gidememiş olsak da), Türkiye'de ilk organik tarımı başlatan kooperatifin başkanı olan Bayram Amca'ya, pek muhteşem insanlar olan Ayşe Hanım, Nilüfer Hanım, Oğuz Hoca ve Metin Hoca'ya, kamp sorumlumuz Serhat'a, geçen yıl Çıralı'da gönüllü çalışan, bu yıl da Çıralı'ya tatile gelmiş olan ve bu sayede tanıştığım doğa sever Şeyda'ya, bisikletimin tekerini şişiren Rent a car'cıya, bisikletimin tekeri patlayıp da yolda kaldığımda, (bir elimde telefonla konuşuyorum, bir elimde bisikleti taşıyorum, akabinde de umutsuzca otostop çekiyorum ve kimse doğal olarak beni bisikletle almıyor. Ama yemeğe geç kaldım!) beni bisikletimle aracına alan, yol boyunca da Caretta'lar üzerine konuştuğumuz Odile Otel'in sahibine, Tosun'a, Lokum'a ve şuanda alanda çalışan diğer arkadaşlara selamlarımı gönderiyorum :)

Buraya kadar gelmiş okumuşsan eğer sevgili canım blog misafiri, sana hayranlık duyduğumu belirtmek istiyorum :) Şampiyon birincilik puanıyla seni uğurluyor, Canım Blog'uma yine bekliyorum.

Hoşça kalasın!

30 Haziran 2010

Ne Güzel Yakışmış Kiltler Java'ya (Tey tey)

Canım Blog,

Martin Mystere çizgi romanının hasstası olduğumu biliyorsun. Bugüne kadar pek leziz maceralar okuduğum halde oturup hakkında sana yazmadımda. Ya da yazamadım, nasıl anlatıcam bilemedim. Ama... Bugün bu fotoğrafları sana göstermezsem zira çatlayabilirim. Çünkü Java'ya tekrar aşık oldum, hem de çok dandik bir macerada. Ki Alfredo Castelli'de bu macerada sürekli dalga geçip durmuştu kendisiyle, sanırım bende de bu kadar sempati uyandırmasının nedeni bu olmuştu.


Bana ilk kez hediye olarak alınan Martin Mystere'im ve odam. (Yatağın üzerindeki koca bebekler, annemin Şevval ve bana ördüğü bebekler. Hayır onunla uyumuyorum :))



Bu macerayı aslında Karadeniz'den Ankara'ya dönerken okumuştum (Evet, Karadeniz Turu'na gittim. O da ayrı bir macera.) Ama burada ki bir bölümü o kadar çok sevdim ki eve geldiğimde tekrar okudum, Java'yı izledim...



Beyaz gül kırmızı gül
Güller arasından gelir
Yarim giymiş çizgili tartan
İskoçya'lardan geliiir of off




Ve bu maceranın sayfalarını karıştırırken birde karşıma ne çıksındı. Saat otu (dikkatli bakın (Nerden gelmiş hiç bir fikrim yok)). Ne çok severim onu. Çocukken yol kenarından toplayıp, önlüğümüze bir sürü takardık ondan da bütün ders onun kıvrılmasını izlerdik. Hey gidi...



Bluto. O da sadece "Nggh" şeklinde konuşuyor. Ve Java'yla kavga etmek için hazırlanıyor.



Ama ama...



Ama senin kiltinde benim kiltimle aynı. Yoksa Java yoksa...



Aynı klan üyeleri birbiriyle düşman olmaz. Ha şunu bileydin şapşal! Bırak aynı klandan olmayı insan olan birbiriyle düşman olmaz (Neyse bugün sosyal mesaj vermece yok, tatildeyim hem ben)



Ve işte en sevdiğim an! Bu sahneyi tekrar tekrar okur hatta bu şarkıyı da tüm kilt giymek isteyen fakat "Anadolu çocuuyuz biz. Etek giyemeyiz. Yanlış. Ters." diyenlere gönderirim...

Hepiiiğğmiiz kardeeeğşiiz. Buu kavgaa ne diyeeeğ!

I belongs to Glasgow. And Glasgow belongs to me...

Hem giymezseniz giymeyin. Canım Java'm giymiş işte, ne de güzel olmuş. Di mi blog.

Not: Martin Mystere'in bir de İstanbul'a geldiği bir macerası vardı da, Java içip içip dansözlerle karşılıklı oynuyordu, o bölümde ne güzeldi... Belki bir ara onu da koyarım blog, neden olmasın.